21'inci yüzyıl teknolojik değişim sebebiyle bütün bu yapıyı alt üst etti. T
20’inci yüzyılın burjuva demokrasilerinde merkez sağ ve merkez sol siyaset çok önemli bir role sahipti. Merkez sağ partiler ülkenin şartlarına göre mümkün olduğu kadar serbest piyasa ekonomisini ve olabilecek en düşük devlet müdahalesini savunurken ılımlı bir refah devletini kurmayı amaçlarlar. Kültürel olarak gelenekselci ve tutucu bir tavır sergilerler, çok kültürlü topluma mesafelidirler ve çevreci kaygıları çok önemsemezler. Buna karşılık merkez sol partiler ise kurumlarıyla yerleşik bir sosyal devleti ve karma ekonomik düzeni savunurlar. Kültürel anlamda kendilerini ilerici olarak tanımlarlar, çok kültürlü bir toplumu savunurlar ve çevreci kaygılara öncelik verirler. Merkez sağ ve merkez sol partiler, bu şekilde, kapitalist sömürüden mustarip kesimler, kültürel değişimden şikayetçi kitleler, daha fazla özgürlük isteyen genç kuşaklar ve entelektüeller, etnik ve dini azınlıklar ile kültürel yapının bozulmasını istemeyen muhafazakârlar gibi toplumun farklı kesimlerinden yükselen talepleri kendilerinde toplayıp bunları törpüleyen ve sistemin devamını sağlayan siyasi yapılardı. Merkez sağ ve merkez sol partiler ideolojik olarak birbirinin karşılığı gibi görünseler de, aslında, kapitalist toplumun yarattığı sömürü ve yabancılaşmanın olumsuz etkilerini törpüleyerek toplumu ve kapitalist sistemi ayakta tutmayı amaçlayan kuruluşlardı. Bu anlamda birbirlerini tamamlamakta idiler.
21’inci yüzyıl teknolojik değişim sebebiyle bütün bu yapıyı alt üst etti. Teknolojik değişimin birinci sonucu olan küreselleşme süreci siyasi ve toplumsal açılardan geçen yüzyıldan kalan yerleşik siyasi düzeni hallaç pamuğu gibi attı. Öte yandan teknolojik değişimin iktisadi üretimde yarattığı teknik ilerleme ise üretim fonksiyonunun değişimine, emek ve sermayenin hem tanımlarının hem de üretimde paylarının değişimine yol açtı.
Küreselleşmenin birbirine zıt toplumsal etkileri oluştu: Bir taraftan insanların tercihleri gelenekselcilikten bireyciliğe doğru değişirken bütün dünyada benzer ürünleri tüketen, benzer yaşam tarzlarının hayalini kuran, benzer müzik ve filmleri izleyen bir küresel tüketici profili oluştu. Öte yandan ve aynı zamanda, insanlar milli kimliklerden uzaklaşıp etnik ve dini kimliklere yakınlaştılar. Küreselleşme ile birlikte artan dış ticaret ve uluslararası sermaye hareketleri ABD de dahil olmak üzere bütün milli devletlerin ekonomiye müdahale ve kontrol gücünü azalttı, ortaya çıkan krizler ve onların olumsuz sonuçlarını bertaraf etmek kabiliyetleri küçüldü. Uluslararası sermaye hareketleri yetmezmiş gibi kaçak göçmenler toplumların hem iktisadi refahlarını hem de siyasi ve toplumsal yapılarını sarstı. Bütün bu olgular merkez sağ ve merkez sol siyasi kanatlar üzerinde yükselen siyasi yapının ve milli devletin zayıflamasına yol açtı.
Toplumsal ve siyasi değişim, normal şartlarda, iktisadi değişimden daha yavaş gerçekleşir. Toplumsal ve siyasi değişimin iktisadi değişime intibakı gerçekleşmezse o zaman toplumsal kimlik kırılması ve çatışma ile karşılaşırız. İdeal olan iktisadi değişimi makul ve toplumsal kırılmalara yol açmayacak bir hızla toplumsal ve siyasi değişimin takip etmesidir. Eğer iktisadi ve toplumsal değişimin hızları arasındaki fark yeterince hızla kapanmazsa yerleşik siyasi yapı toplumsal taleplere cevap veremez hale gelir. Örneğin küreselleşme ile ortaya çıkan temel sorunlardan biri emekçi sınıfların gelirden aldıkları payın düşmesidir, bunda artan otomatizasyonla birlikte uluslararası göçlerin de payı vardır. Emekçi sınıfların taleplerini emip onları törpülemekle görevli merkez sol partiler hem emekçi haklarını savunup hem de çevresel problemleri öne çıkarırsa ya da kaçak göçmenlerin haklarını savunursa bu birbiriyle çelişen bir siyaset olmaktadır. Öte yandan bir taraftan yerli ve milli ekonomi deyip, yerli sanayici ve iş adamlarına her türlü desteği savunan merkez sağ partiler öte yanda küresel sermayeyi teşvik eden, yerli üretimin kârlarını azaltan politikalar uygulayıp ülkeyi yüksek dış borç ortamına sokarlarsa bu da kendi kendileriyle çelişen bir politikalar zincirini doğurur. Gitgide merkez sağ ve merkez sol partiler kendi tabanlarından ve onların taleplerinden koparlar ve burjuva demokrasisinin bel kemiği kırılır. İşte 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen de budur.
Burjuva demokrasisinin yerleşik olmadığı ülkelerde ki, bunların önemli bir kısmı eski komünist ülkelerdir, rejimler burjuva demokrasisine değil ama seçimli veya seçimsiz otoriter rejimlere dönüştüler. Bunların eski komünizmden farkları iktisadi olarak merkezi devletin koordine ettiği tekelci kapitalizme dayanmalarıdır. Örneğin Rusya’da bütün iş adamları yatırımlarını, dış ticari ilişkilerini ve hatta hangi malı üreteceklerini bile Putin’in “talimat ve tensipleri” doğrultusunda gerçekleştirmektedirler. Çin zaten bir tek parti ve tek adam rejimi altında demir yumrukla idare edilmekte, iş adamları bu kuvvetli ve aşırı büyük devlete tâbi olarak büyümektedirler. Bu ülkeler paradoksal biçimde siyasi olarak çok kuvvetli bir “yerli ve milli” söylem tuttururken, iktisadi olarak küreselleşmeye entegre olmaktadırlar. Dış ticaretleri artmakta, bolca yabancı yatırım çekmektedirler. Avantajları ise emekçi kesim ve yerel üreticilerin seslerini duyuramaması, muhalefetin yükselememesidir. Rejimler buna müsaade etmez.
Burjuva demokrasisinin yerleşik olduğu ülkelerde ise durum biraz daha farklıdır. Buralarda, yukarıda bahsettiğim küreselleşmenin yıkıcı etkilerinden dolayı, toplumsal kesimlerin tepkilerini seslendirecek onları içine alıp yumuşatacak siyasi yapılar kalmamıştı. Temel sorun nispî fakirleşmeydi. Toplumların en alt ve en üst sınıflarının ortak problemi daha önceki yaşam standartlarının altına düşmeleriydi. Meselâ dedesi hem yaz hem de kış tatili yapabilen orta sınıftan bir Fransız artık ancak – o da daha düşük kaliteli olmak şartıyla- yaz tatili yapabiliyordu. Artan kaçak göçmenler büyük şehirlerde gettolaşıyor, çok daha ucuza çalıştıkları için Avrupalı vatandaşların işsizliğine yol açıyordu. Bütün bunların üstüne pandemi bindi. Bütün dünyada enflasyon ve işsizlik eş anlı olarak arttı. Bazı ülkeler salgına karşı önlemleri arttırdılar ve kapanmanın etkisini maliye politikaları ile gidermeye çalıştılar; bu ise hem üretim düşüşüne hem de devlet borçlarının patlamasına yol açtı. Bazı ülkeler ise pandemiye karşı önlemleri sınırsız parasal genişlemeyle finanse ettiler. Bu da pandemi sonrası enflasyon ve cari açıkları patlattı. Durgunluk ve işsizlik olsun, dış borç ve enflasyon olsun, hepsinin sonucu nispî fakirleşmedir. Ve bu problemleri merkez sağ ve merkez sol partiler çözemediği gibi, bizatihi, bu sorunların sebebi olarak kabul edilmeye başlandılar. İşte bu ortamda popülist sağ siyaset yükseldi.
Yukarıda bahsettiğim her ülkede nispî fakirleşmenin sebebi farklıdır. Örneğin AB ülkelerinde nispî fakirleşmenin sebebi olarak kaçak göçmenler ve AB bürokrasisi görülmektedir. Bu yüzden popülist sağ liderler her şeyden önce geleneksel toplumun savunusu, ırkçılığa yaklaşan bir yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığına dayanan politikalar savunmaktadırlar. Örnek olarak Macaristan’da Orban, İtalya’da Meloni, Hollanda’da Wilders, Fransa’da LePen, Almanya’da Neo-Nazi AFD gösterilebilir. Bu popülist sağın daha tutucu ve ırkçı sloganlar etrafında toplandığını görmekteyiz. Öte yandan nispî fakirliğin sebebinin enflasyon olduğu ülkelerde ise ultra liberal söylemler etrafında popülist sağ örgütlenmektedir: ABD’de Trump, Arjantin’de Javier Milei, Brezilya’da Bolsanaro ve benzeri… Tabii ABD’de Trump dünyaya kapıları kapatıp yeni bir izolasyonist politikayı savunurken, Milei ve Bolsanaro ABD’nin sömürge valisi konumuna kendilerine lâyık görmektedirler.
Ya Türkiye… Türkiye’de demokrasi geleneği 1876’ya kadar gider. Modernleşme yolunda reformlar da 1826’ya kadar uzanır. Son 21 yıla baktığımızda sürekli siyasi hedef değiştirse de, bu yüzden belli aralıklarla toplumsal ve siyasi ortaklarını değiştirse de, kesintisiz bir AK Parti İktidarı görmekteyiz. Kolay değil 20 sene bir kuşaktır. Bu sürede bürokrasi partiye yakın kadrolarla doldurulmuştur, pragmatist – yani ideolojisiz- duruşu da değişen problemlere karşı AK Parti’ye siyasi esneklik kazandırmaktadır. Türkiye Doğu Blokundan kalma bir ülke değildir, seçimlere dayalı – aksak da olsa- bir burjuva demokrasisi sayılabilir. Ancak 21 yıllık kesintisiz tek parti hâkimiyeti ve bunun destekçisi beceriksiz bir muhalefet dışarıdan bakıldığında otoriter bir yönetim imajı yaratmaktadır. Öte yandan AK Parti, kendinden önceki bütün sağ partiler gibi, kısmen popülist sağ politikalar da uygulamaktadır. Bu bazen aşırı liberal demokrat politikalar olabilirken, bazen aşırı tutucu politikalara dönüşebilmektedir. Bir taraftan dışa açık serbest piyasa ekonomisi savunulurken öte yandan kimsenin aklına gelmeyecek aşırı devlet müdahalesine yol açan politikalara süratle geçilebilmektedir. AK Parti’nin pragmatikliği sadece ekonomi politikalarında değildir. Sayın Cumhurbaşkanı bir konuşmasında 1930’lardan kalma bir Kemalizmin savunusu yaparken, diğer bir konuşmasında liberal sol sloganlar seslendirmekte; dini hassasiyetleri aşırı vurgularken, dönüp “Tekkeye mürit aramıyoruz, partiye üye arıyoruz!” diyerek laik bir profil çizebilmektedir. Bunun sebebi, biraz da, doğru düzgün bir muhalefetin olmamasıdır. Eh, ne yapsın Sayın Cumhurbaşkanı; muhalefet olmayınca kendi politikalarına muhalefeti de yine kendisi yapmaktadır! Bu sebepten bazen popülist politikalar uygulasa da, AK Parti iktidarını popülist değil ama çok esnek ve pragmatist bir iktidar olarak tanımlayabiliriz. Muhalefetsizlik ülkede bu şekilde devam ederse Sayın Cumhurbaşkanı 2044 yılında 90’ıncı yaş gününü de Beştepe’de kutlar. Bizden söylemesi…