22 Kasım Pazartesi akşamı ülkemizin ilerleyen zamanlarda "Kara Salı" olarak adlandıracağı döviz krizinin fitillendiği akşamdı.
Niyet etmiştim bir Sezai Karakoç yazısı da ben yazayım diye, ama memalik-i Osmanî’de gündem çok hızlı değişiyor. Bir gün Poyraz eserken ertesi gün hava günlük güneşlik. Haliyle biz de gündeme uyum sağlamak zorundayız.
22 Kasım Pazartesi akşamı ülkemizin ilerleyen zamanlarda “Kara Salı” olarak adlandıracağı döviz krizinin fitillendiği akşamdı. O akşam ben tam da EkoTürk’te Son Seans programında canlı yayındayken, Sayın Cumhurbaşkanı uyguladıkları düşük faiz – yüksek kur politikasının ülkeyi selamete çıkaracağını, bu politikanın ülkemizin ayağa kalkmasını istemeyen dış mihrakların 200 yıllık dayatmasına açılmış kutsal bir savaş olduğunu, adeta bu “ikinci Kurtuluş Savaşı’nda” hamiyet sahibi vatandaşların (yani düşük faiz yüksek kur politikasını destekleyen kesimlerin) “milli cephenin” (yani iktidarın) yanında olacağını, bunun karşısındaki “çok bilmiş iktisatçıların da” “enflasyon da enflasyon” diye tutturduklarını, bunların mandacı iktisatçı olduklarını söylemişti. Politikayı Sayın Cumhurbaşkanı şöyle açıklıyordu: Faiz düşecek, faiz düşünce döviz kurları yükselecek, akabinde ihracat artacak, ihracat artınca da içeriye döviz girişi olacak ve kurlar düşecektir. Neticede, ihracat, üretim ve istihdam artacak ve enflasyon da düşecektir. Bu açıklama sonrasında, Merkez Bankası’nın faiz düşürmesine gerek kalmadan Dolar 13 TL’ye, Avro da 14 TL’ye çıktı. Takip eden günlerde reel sektörde birçok işletme sattıkları ürünlerinin satışına sınırlama getirdi. Çünkü sattıkları ürünü kaç TL’ye yerine koyacakları hakkında belirsizlik peydah olmuştu. Örneğin kırtasiye sektörü, otomotiv yan sanayii, işlenmiş tarım ürünleri ve gıda sektöründe bu tür uygulamalar yaygınlaşmaya başladı. Bunun sebebi fiyatlama kararlarının alınamaması ve fiyat sisteminin bozulmasıdır.
Burada iki temel nokta ortaya çıkmaktadır: Birincisi rekabetçi kur politikası uygulanacağı söylenmektedir. İkinci olarak da, ülkenin 200 yıldan beri (yani Cennet mekân Sultan II. Mahmut Han’dan beri) dış mihrakların iğvasında olduğu, bir dış borç sarmalıyla ülkemizin bağımsızlığının engellendiği ve bu politikanın iktisadi bağımsızlığımızı sağlayacağı iddia edilmektedir.
REKABETÇİ KUR POLİTİKASI İLE CARİ AÇIK KAPANIR MI?
Cari açık mal ve hizmet ihracatının mal ve hizmet ithalatından düşük olması demektir. Yani dışarıya sattığımız mal ve hizmetlerin bedelinden daha fazla dışarıdan satın aldığımız mal ve hizmetlere harcama yapmışız anlamına gelir. Cari açık her sene için hesaplanır ve bu açık dış borçla finanse edilir. Uzun yıllar arka arkaya verilen cari açıklar dış borcun birikmesine neden olur. Dış borç belli bir düzeyi aştığında, ilk önce uluslararası piyasalarda daha kısa vadeli ve daha yüksek faizli kredi alırsınız. Bu süreç gitgide hızlanarak devam ettiğinde, bir gün gelir, artık dış borç bulamaz olursunuz. Yeni dış borç bulmayı bir tarafa bırakın, mevcut yabancı sermaye ve onu takiben yerli ve milli sermaye de paraları dövize çevirip yurt dışına kaçar. Bu ise, ülkenin döviz rezervlerinin bir anda erimesine ve ödemeler dengesi krizine neden olur. Bu sarmala girmemek için, bazı iktisatçılar, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, rekabetçi kur uygulamasını savunmuşlardır. Rekabetçi kur politikası, döviz kurlarındaki artış oranının (yani devalüasyonun) enflasyon oranı üzerinde tutulması gerektiği yaklaşımına bağlanır. Bu sayede dövizin enflasyon etkisinden arındırılmış reel değeri her zaman yüksek düzeyde olacaktır. Aslında bu “reel kur hedeflemesi” stratejisi anlamına gelir ve ancak ve ancak sabit kur rejiminde uygulanabilir. Sabit kurun yanı sıra, bununla beraber, yabancı sermaye hareketlerinin sınırlandırılması ve planlı bir ekonominin tesis edilmesi gerekliliği de vurgulanır. Özelleştirme yapılmaz ve aksine sıklıkla kamulaştırmalar yapılır. Bu sayede, ülkede işgücü ve ihracat malları ucuzlar, geniş halk kitlelerinin yaşam standardı düşerken belli bazı seçilmiş firmalar ihya edilir. Bizim politikamız bugün bu kurallara uyuyor mu? Hayır. Ekonomi tam anlamıyla sermaye hareketlerine açıktır, planlı bir ekonomi yoktur, bunu planlayacak DPT gibi bir kurum da yoktur, kur rejimi dalgalı kur rejimidir ve Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi yapmaktadır. Hatta, daha bu hafta Merkez Bankası Başkanı, kur hedefleri olmadığını ve kurun piyasada belirlendiğini söylemiştir. Bu şartlar altında faiz düşürerek nominal kurları arttırmak ihracatı 3-4 ay için arttırır, ancak gerek para arzındaki artış gerek kurlardaki artış gerekse enflasyon beklentilerinin yükselmesi ile enflasyon kur artış oranına eşit ve hatta daha fazla bir orana çıkar. Bu da reel kurların eski düzeyine dönmesine ve hatta düşmesine, takiben de cari açığın artmasına yol açar. Eğer rekabetçi kur politikası uygulanacaksa dalgalı kur rejimi değil sabit kur rejimi, sınırsız sermaye rejimi değil kontrollü sermaye rejimi, serbest piyasa ekonomisi değil planlı karma ekonomi ve özelleştirme değil kamulaştırma uygulanmalıdır. Rekabetçi kur politikası ancak ve ancak bu şartlarda başarılı olur. Mevcut şartlarda ise, devalüasyon – enflasyon spirali, ödenemeyen dış borçlar ve hiper-enflasyonla sonuçlanır.
MEVCUT POLİTİKA YENİ BİR POLİTİKA MI YOKSA ECDAT YADİGÂRI MIDIR?
Şu anda uygulanan politika düşük faizle iki farklı ve birbirini tamamlayan sonuca neden olmaktadır: Birincisi TL’nin değeri düşürülmekte ve yabancı paraların değeri arttırılmaktadır. İkincisi, düşük politika faizinin doğal sonucu olarak açıktan para basılmaktadır. Benim bildiğim, bu politika stratejisini yakın geçmişte savunan rahmetli Haydar Baş ve BTP idi. Haydar Baş Hoca para basarak enflasyonun düşürüleceğini ileri sürerdi. Yine Refah Partisi’nin ekonomi programı olan “Adil Ekonomik Düzen” kitapçığında da buna benzer görüşler serdedilmekte idi. Ancak bu politikanın geçmişi çok daha eskiye dayanmaktadır: Osmanlı İmparatorluğunda paranın tağşiş edilmesi. Bu köşede 5 Nisan 2021 tarihinde yayınlanan bir yazımda bundan bahsetmiştim:
“…Klasik Dönem Osmanlı ekonomisinde temel para birimi, gümüş bir sikke olan, Akçedir. Akçe, eski Türkçede, içindeki gümüşe nispetle verilen “akça / beyazca” tabirinin İstanbul Türkçesinde aldığı şekildir. 1657’de, bu sefer, Kuruş temel para birimi oldu. Buna göre 120 akçe değerinde gümüş sikkeye “Kuruş” denirken, bunun bozukluğu olarak da 3 akçe değerinde “Para” darp edildi. Vaka – yı Hayriye sonrasında devletin yeniden düzenlenmesini takiben 1843’te para sistemi yeniden revize edildi ve o gün dünyada yaygın olan çift metal sistemine geçildi. Artık gümüş Kuruş’un yanında Altın Osmanlı Lirası da darp ediliyordu. Uzmanların kayıtlarına göre bir akçenin ağırlığı 1,15 ile 1,18 gr arasında değişmekteydi. … 1450’de akçenin içindeki gümüş miktarı 100 birim ise para sisteminin yenilendiği 1687’de bu 15 birime kadar düşmüştü. Altın Osmanlı Lirasının tedavüle girdiği 1843’te ise akçenin içindeki gümüş 6 birime düşmüştü. … Osmanlı’daki para tağşişinin sebebi, esasen, hükümet harcamalarını karşılayacak gelirlerin temin edilememesidir. Bunun birçok sebebi vardır. Ama sonuçta bütçe açığı ve devlet borçları daha fazla para basılarak finanse edilmiştir. Avrupa’dan gelen “ithal enflasyona”, bir de, paranın tağşiş edilerek basılmasından kaynaklanan “yerli ve milli enflasyon” eklenmiştir.” (OSMANLI'DA PARANIN TAĞŞİŞİNDEN GÜNÜMÜZDE DEVALÜASYON VE ENFLASYONA, Yeni Birlik, 05 Nisan 2021).
O dönemlerde kâğıt para olmadığı için, gümüş paranın içine teneke, bakır gibi madenler karıştırılıp paranın ayarı düşürülürdü. Yani, aslında, açıktan para basarlardı. Sonucu ise devşirme Paşalar ve yabancı tüccarların zenginleşmesi, halkın fakirleşmesi ve yüksek enflasyondu. Bir müddet sonra, para basmak da yetmedi ve Osmanlı Devleti dış borcun büyüleyici cazibesine kapıldı. Bunun sonucu da, devletin iktisadi bağımsızlığını kaybedip Düyûn-u Umumiye’ye teslim olması oldu. Görüldüğü gibi mevcut politika yeni değildir, yakın dönemde başka siyasi liderler tarafından da seslendirilmiştir ama kökü Osmanlı’ya dayanmaktadır. Politikanın sonucunu ise ecdadımız çok acı bir şekilde tecrübe etmişti.
Hayırlı Cumalar.