Aslında tarihçiler tarihi olayları yazarken olguları yazmaktan çok, kendi zamanlarının değerlerine bağlı olarak geçmişi yeniden yorumlarlar.
Aslında tarihçiler tarihi olayları yazarken olguları yazmaktan çok, kendi zamanlarının değerlerine bağlı olarak geçmişi yeniden yorumlarlar. Bu yorumları yaparken muhakkak bazı gerçeklere ve bazı olgulara dayanırken, gerçeğin kalan kısmı bir tarafa bırakılır, birçok olgu da görmezden gelinir. Burada kalan boşluk da, tarihçinin ideolojisine ve yaşadığı zamanın gereklerine uygun olarak yorumlarla doldurulur. Bu itibarla örneğin, herkes için farklı bir Osmanlı, herkes için başka bir Atatürk bulunabilir. Bu bize gerçeğin ne kadarını anlatır? İşte bu milyon dolarlık sorudur.
Osmanlı iktisadi yapısı yeknesak değildir. Haddi zatında, hiçbir ekonomik sistem yekpare bir bütünlük arz etmez. Böyle idealleştirilmiş yapılar genelde sosyal bilimcilerin modellerinde yaşar. Gerçek hayat ise çok farklı olabilir. Soru şudur: “Osmanlı’da özel mülkiyet yok muydu?”. Cevap: Hem vardı, hem yoktu. Devam soruları ise şunlardır: “Eğer özel mülkiyet varsa, neden bir kapitalizm çıkmadı Osmanlı’dan?” ve “Özel mülkiyet olan her toplumda kendiliğinden kapitalizm gelişmiş midir?” İki sorunun ortak cevabı: Kapitalizmin kendiliğinden gelişimi için gerekli şart özel mülkiyettir ancak yeterli değildir. Başka şartların da gerçekleşmesi gerekir. “Hoca’m, ne kadar kapalı konuşuyorsun, biraz meseleyi açsana!” diyenler için basitçe özetleyeyim.
Klasik dönem Osmanlı iktisadi yapısı üç ayrı döneme ayrılabilir: Aşiret dönemi – Ertuğrul Gazi’den Sultan Murad-ı Hüdavendigâr dönemi sonuna kadar, Krallık Dönemi – Sultan Yıldırım Beyazıt’tan Sultan II. Murat dönemi sonuna kadar, İmparatorluk dönemi – Fatih Sultan Mehmet Han’dan Sultan I. Abdülhamit dönemine kadar. Bundan sonra bir çözülme ve geçiş dönemi gelir. Bu dönem Sultan I. Abdülhamit’ten Sultan II. Mahmut dönemine kadar olan süreyi kapsar. Sonra da (benim tabirimle) millileşme ve yenilenme dönemi gelir, yani II. Mahmut dönemi ve sonrası… (Not: Bu tasnifi yaparken, bir tarihçi olmadığımı, önceliklerimin iktisat biliminden kaynaklandığını ve elbette ki benim de bir dünya görüşüm olduğunu dikkate alın, lütfen. Herhalde tarihçilere gösterilen toleransı az da olsa biz de hak etmekteyiz.)
Eğer Osmanlı’da Asya Tipi Üretim Tarzı ve doğu tipi despotizm vardı derseniz, bu farklı özellikler arz eden dönemleri yok saymanız gerekir. Başka bir nokta da, her bir dönemin aslında kendinden önceki dönemin yapısını da içerdiği, her farklı dönemde daha önceki üretim sistemine uygun yapı ve kurumların –azalarak da olsa- yeni yapı ve kurumlarla birlikte yaşadığı gerçeğidir. Yani, bazı ütopik modellerde olduğu gibi üretim sistemleri ve onlara dayanan toplumsal yapılar zamanın bir anında bir devrimle yıkılıp yok olmamakta, ama aksine, zamanla yavaşça değişerek başka bir yapıya evrilmektedirler. Gelin bu değişimi Osmanlı’da okuyalım.
Aşiret Dönemi: Göçebe veya yarı göçebe bir aşirete dayanan sınır boylarındaki bir uç beyliğinin öncelikle batıya (Balkanlara) doğru genişlediği daha sonra da doğuda Batı ve İç Anadolu’ya yayıldığı dönem. Bu dönemde doğru düzgün devlet kavramına sahip olmayan, ortaklaşacı mülkiyete ve ilkel kabile demokrasisine dayanan bir iktisadi ve sosyal düzen bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse, aşiretin sahip olduğu sürüler bütün aşiretindir, ordu bütün aşirettir, oba nereye kurulursa başkent orasıdır, aşiret Müslümandır ama aynı zamanda eski Türk dini unsurlarını da yaşatmaktadır, yöneticiler vergi almak gibi devlete ait temel değerlerden haberdar değildir, ilâ-i kelimetullah’tan çok dünyevî şöhret ve servet amacıyla gazâ yapılır (gazâ ve cihat farklı kavramlardır) ve benzeri… Bu dönemde heterodoks (bugünkü anlamda Alevî) tarikatlar ve uçlardaki akıncı beyleri ile Osmanlı Beyleri arasındaki ilişki sıcaktır. Öyle ki, hükümdar eşitler arasında birinci ve gazi alperenlerin yoldaşı olarak ortaya çıkar. Zaman geçtikçe toplum göçebe ekonomisinden yerleşik tarım ekonomisine geçerken, servet birikim yapan bazı beyler yerel otorite olarak sivrilir ve bir devlet kavram ve kurumlarıyla oluşmaya başlar.
Krallık Dönemi: Beylikten ortaçağa uygun vasallara sahip, hem Türk hem de Türk olmayan yerel derebeylerini kendine tâbi kılan bir krallık sisteminin hakim olduğu dönem. Bu dönemde, esas servet yerel beylerin elinde toplanırken, toprakta devlet mülkiyeti esasına dayanan tımar sistemi gelişmekte, ilk devşirme kökenli asker ve bürokratlar güç kazanmaktadır. Osmanlı hükümdarı, göçebe Türkmenleri ve onların dayandığı heterodoks İslam anlayışı ile ekonomi politiğini bir tehdit olarak görmeğe başlar. Ekonomi, artık ağırlıklı yerleşik tarım ekonomisi olmakla birlikte, topraklar kamu mülkiyetinden çok özel mülkiyettedir. Devlet gitgide daha kitabi bir din anlayışını benimserken aynı zamanda, tarikatlar da vakıflar kanalıyla ciddi bir servet birikimi içerisindedirler. Bu yapı zamanla daha merkeziyetçi ve devletçi bir yapıya doğru dönüşmektedir.
İmparatorluk Dönemi: Bu dönemde, (özellikle Fatih eliyle) devlet kuvvetli bir merkezî yapıya bürünmüş, her türlü yerel hanedan ve derebeyinin iktidar ve serveti elinden alınmış, ordu gerek tımar sistemine bağlı tımarlı sipahiler gerek de devşirme kökenli hassa ordusu ile profesyonelleşmiştir. Tarikatların vakıflarının bir kısmı devletleştirilmiş ve tarikatlar sıkı denetime alınmış (Ahiler en güzel örnektir), aynı zamanda bazı tarikatlar da resmi devlet tarikatı olmuştur (Bektaşilik ve Mevlevilik). Bu merkezileşme ve kamulaştırma eğilimi ile birlikte, aksine, büyüyen İmparatorlukta uzak vilayetlerde özerk yönetimler de kurulmuştur (Arabistan, Mısır, Romanya, Mağrip ve bazı Kürt beyleri vb.). Tabiî İmparatorluk büyüdükçe ve dış ticaret yolları bizim aleyhimize değiştikçe, arka arkaya iktisadi ve mali krizler patlamıştır. Zamanla merkezi otorite zayıflarken, merkezden uzak vilayetlerde hayduttan ve eşkıyadan bozma âyanlar türemiştir. Bu âyanlar hakim oldukları topraklarda (resmen olmasa bile fiilen) toprak mülkiyetine sahip çıkmaya başlamışlardır.
Çözülme ve Geçiş Dönemi: Merkezi otoritenin güçten düştüğü, devşirme bürokrat ve askerlerin iktidarı kılıç gücüyle ele geçirdiği, devletin mali açıdan iflasa sürüklendiği, Anadolu ve Rumeli’nin her tarafında âyan hakimiyetinin başladığı, ekonomide (resmen değil fiilen) devlet mülkiyetinin neredeyse sıfırlandığı, büyük toprakların tarikat vakıflarınca idare edildiği bir dönem. Bunun sonunda Sultan II. Mahmut, devleti yeniden kurdu. İlkönce devşirme sistemini yıktı (Vaka-yı Hayriye), sonra âyanları tasfiye etti sonra da bütün tarikatları devlete bağladı (Meclis-i Meşayih). Milli devletin temel üst yapı kurumlarını kurdu, ancak sermaye birikimi yeterli olmadığı ve milli bir burjuva yetişmediği için iktisadi altyapı ile sosyal üst yapı birbirinden koptu. Bu da bugüne kadar gelen toplumsal kutuplaşma ve gerginliklerin özünü oluşturur.
Sonuç: Klasik dönem Osmanlı’da aşiret, krallık ve imparatorluk dönemleri birbirinden farklı ama birbirinin içinden doğan ama hiçbir zaman ne tam Batı tipi feodaliteye ne de tam Asya Tipi Üretim Tarzına benzeyen iktisadi ve siyasi dönemlerdir. Bu yapıda kapitalizm gelişemezdi ama bu sadece özel mülkiyetin olmamasından kaynaklanmamaktaydı. Birçok dışsal etkenle birlikte hükümdarların ciddi stratejik tercih hataları, tarikatların milletin maneviyatına değil maddiyatına el atmaları, sistemin pazar için değil geçim için üretime dayanması ve benzeri birçok etken sayılabilir. Dolayısıyla hem ana akım Marksistler hem de ATÜT’çüler tarihi gerçeklerden kopuk tezleri savunmuşlardır, vesselâm…
Bu konuya daha sonra değineceğim. Hayırlı Cumalar…