Nur Yerlitaş kendisini hiçbir zaman "modacı" diye tanımlamadı ama ezberlerden yürümeyi konfor olarak kabul eden bir klişe medya düzeninde bu kolaycılığı yendiği de söylenemez.
Pazartesi ne kara gündü. Önce Nur Yerlitaş’ın ölüm haberi geldi, daha sonra Bülent Ersoy’un annesi Necla Poyraz’ın. Ersoy için o “Kara Pazartesi” hiç unutulmayacak, önce en yakın arkadaşını, ardından annesini kaybetti.
Salgın var, öyle ya da böyle salgının dışında da bir hayat devam ediyor. Hayatın durduğu bir zaman diliminde bile o olağan akışı durduramıyorsun. Duruyoruz ama aslında durmak bile devam ettiğimizin göstergesi. Canlı bile sayılmayan, gözle görülmeyen bir virüsün hayatı durdurmadığına bundan daha büyük bir kanıt olabilir mi?
Nur Yerlitaş kendisini hiçbir zaman “modacı” diye tanımlamadı ama ezberlerden yürümeyi konfor olarak kabul eden bir klişe medya düzeninde bu kolaycılığı yendiği de söylenemez. Kendisini hep “dikişçi” ya da “kostüm tasarımcısı” olarak lanse etti.
Sınıfsal olarak toplumu kategorilere bölen bir modern kültürde kendisini “dikişçi” olarak tanıtmanın karşılığında nasıl bir mahalle baskısıyla karşı karşıya kalacağını da biliyordu. Hele hele moda camiasında. Belki hiç özgün olmadı ama onu renkli kılan da ne içinde bulunduğu âlemi ne de dünyayı o kadar ciddiye almasıydı. Umursamadı, onun için “Nurella” olmakla da kalmadı, “Nur” ismini taşıyan tüm arkadaşlarımızın adı da onunla birlikte “Nurella” oldu çoktan.
1980’li yıllarda Paris ve Milano’dan bavul içerisinde getirdiği giysileri satarak “dikişçiliğe” ilk adımı atarken, kendinden “bavulcu” olarak bahsedilmesinden hiç gocunmadı. Hayatta onu yoran sürekli kendiyle barışık kalma haliydi aslında, bu yorucu süreci hayatının birkaç dakikasında bile tadamayanların içler acısı halini görmüyor muyuz sanki?
Bazı şeyler, elde Americano evde otururken iki film arası tweet atmak kadar kolay olmasa gerek. Nur Yerlitaş tamamen Ortodoks zihniyete esir düşmüş moda camiasında şu cümleleri cesurca söylemeyi başarabilmişti örneğin:
“Ben de Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kere hayranıyım lider olarak. Liderlik vasfına hayranım. Bir kere güzel bir aile...”
Tahmin edersiniz karşılığında konfor sahibi de olmadı. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı mitingine gittikten sonra “size tepki oldu mu” sorusuna da şu şekilde yanıt verdi:
”Tabi oldu. Suratıma tüküren bile oldu. Ben de öpücük verdim karşılığında.”
Türkiye’nin modernite serüveni sadece şeklen olduğundan, “seküler bir hayata sahip birinin Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi muhafazakâr bir liderin mitinginde ne işi vardı?” diye kendini parçalayanlara “bavulcu Yerlitaş’ın” bir bavul dolusu öpücük verdiğine eminim. Önce modernite, sonra modernleşme diye adlandırılan bu faşizmin esiri olmadı Nurella. En başta kendiyle dalga geçme becerisine sahip birinin farklı fikirlere tahammülsüzlüğü düşünülebilir miydi? Bunu başarmıştı işte o.
Kendinle barışık olma ve umursamama kendi hatalarını kabul etme ve insanları ötekileştirmemeyi beraberinde getirir. Emine Erdoğan’la katıldığı gezilerden birinde öğrendiği buydu:
“Bir Mardin gezisi sırasında Emine Hanım, ‘Genç kızlara bağırma, genç kızlıklarını yaşasınlar, genç kızlarımıza örnek ol, onlara öğüt verici şekilde konuş’ dedi. Çok doğru söyledi. Ben de bu uyarısını dikkate aldım zaten. Emine hanım çok sevdiğim bir insan. Ne güzel ki, bir eğitmen bakış açısıyla genç kızların psikolojilerini düşünüyor. Doğrusu tabii öğüt vererek konuşmak.”
Nur Yerlitaş’ın asla ezberleri olmadı. Chanel’i ayağa kaldıran Karl Lagerfeld “eşofman giymeyi en büyük mağlubiyetlerden biri” olarak görüyordu mesela. Amerikan Vogue dergisinin genel yayın yönetmeni Anna Wintour da eşofman için “asla giymem” yanıtını veriyordu, direnemedi, korona günlerinde bir ormanda koşu yaparken eşofmanlarla görüldü.
Evet, Lagerfeld’in açtığı yol moda tasarımcıları için senelerce bir ilham kaynağı olacak kuşkusuz. Kendisini “dikişçi” olarak mı gördüğünden bilinmez Yerlitaş’ın bu tarz modayla ilgili keskin cümlelerini hiç işitmedim ben. “Çok duygulu yaşıyorum” diyordu ölümüne yakın, çok nefret edeni oldu, çok seveni de ama hep de inandığım gibi duygulu yaşayanların ezberleri olmaz. Onun için sürprizlerle dolu hayatın kaçınılmayacak tek gerçeği olan ölümüne bu kadar çok şaşırdık belki de.
Çelişki değil mi bu?
25 Mart’a gidelim…
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, koronavirüs salgınını durdurmak için zorunlu haller dışında evden çıkılmayan bir toplumsal düzenin sağlanması gerektiğini anlatıp devamında şöyle diyordu:
“Sokağa çıkma yasağı, izolasyon yöntemlerinden biri. Bunun zamanlaması ve nasıl hayata geçirileceği de ülkeyi yönetenlerin sorumluluğunda.”
Ve 1 Mayıs’a gelelim…
Aynı Çerkezoğlu Taksim Meydanı’nda anıta çelenk bırakmak isterken görülüyor ve beraberindeki gruba polis müdahale ediyor.
Sorası geliyor insanın…
Salgınla mücadelede çok değil daha 1,5 ay önce “sokağa çıkma yasağını” savunan Çerkezoğlu, acaba 1 Mayıs’ta virüslerin de resmi tatil yaptığını falan mı düşünüyor?
Aynı zamanda doktor olan Çerkezoğlu insan sağlığının çelenk bırakmaktan daha önemli olduğunu düşünüyordur herhalde demek isterdim ama diyemiyorum…
Ben demiyorum…
Türkiye’nin salgınla mücadelede vermiş olduğu sınavın hakkını teslim etmeyenler önce Küba’dan bahsettiler, sonra Uganda’dan…
Bu ülkelerin sağlık sistemini örnek almamız gerektiğine dair komik ama eğlendiren tespitlerde bulundular.
Türkiye, İsveç’te virüse yakalanan bir vatandaşı için uçak kaldırınca İsveç’in de sağlık sistemini övmeye giriştiler.
Bu alakayı hiç anlayamadım ama Tuba Çandar T24’te yazmış, ben demiyorum, aşağıdaki satırları muhalif biri kaleme alıyor:
“Kısacası yaşlıların hastalanmaktan, hastaların ise hastanelere düşmekten korunması gerekiyor. Daha doğrusu kendi kendilerini korumaları bekleniyor. Hastaneler solunum cihazına bağlanması gerekecek derecede hasta olmayanları kabul etmiyor zaten. Bir bakıma hastaneler de kendilerini hastalardan koruyor. Çünkü yoğun bakım ünitelerinin sayısı sınırlı.
Acı gerçek de burada yatıyor zaten. Bir sosyal devlet olmasıyla ünlü İsveç’in sağlık altyapısı zayıf. Bu çapta bir salgınla baş edebilecek donanımı çok yetersiz. Eksiklerini giderebilmek için felâketi zamana yaymaktan başka çaresi yok.
Koca dünya tarifsiz bir çaresizlik ve acı içinde çırpınırken, İsveç iki aydır bir başka gezegende, bir başka gerçeklikte yaşıyor.
Oysa korona burada da var. Üstelik de çok can alıyor.”
Muhalif birinin kaleminden çıkan bu satırları görmeyip Türkiye’nin sağlık sistemini karalamak için yalan algı üretmenin ve diğer ülkelerdeki vahim tabloyu bile Türkiye’den iyi göstermeye çabalamanın kime ne faydası var?
Thom Yorke’dan yeni şarkı
Perşembe günü Jimmy Fallon’un sunduğu The Tonight Show’a katılan Thom Yorke, Plasticine Figures adlı yeni şarkısını seslendirdi.
Korona günlerinde bestelediği bu şarkıyı çok sevdim.
İnsana dokunan ve zaten ruhumuzun sıkıldığı bu karamsar günlere çok gitmiş.
Sahi, eskiden içim sıkıldığında hareketli parçalar açar dans ederdim, şimdi ise daha çok pesimist parçalar dinler oldum.
Acaba bu korona günlerinde benimde mi alışkanlıklarım değişiyor?
Yorke’un parçasını bu linkten dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=NgyHOfV-i1k&t=7s
Haftanın şarkıları
Dolu Kadehi Ters Tut – Neyin Nesi… Gripin – Ebruli… Nilipek – Küçük Bir An… Vera – Deniz Kabukları… Megan Thee Stallion, Beyonce – Savage Remix (feat. Beyonce)… Peach Tree Rascals – not ok.
Haftanın filmleri
Yuli (2008)… The Lighthouse (2019)… Baby Driver (2017)… Sergio (2020)… 12 Yıllık Esaret (2013, hala izlemeyeniniz yoktur herhalde?)