Bugün, bu çetrefilli konuyu anlatmak için bir yazı dizisine başlıyorum.
Menzil Şeyhi Abdülbaki Erol’ün vefatı dolayısıyla kamuoyunda Nakşibendilik tartışılır oldu. Bugün Türkiye’de birçok cemaat kendisini Nakşibendîliğin bir kolu olarak tanımlamaktadır. Bu cemaatlerin kılık – kıyafet, erkân ve örgütlenmelerine bakıldığında klasik Osmanlı dönemi tasavvuf ekollerinden ciddi olarak ayrıştıkları görülmektedir. Musikiye ve genel olarak sanata mesafeli duruş, Şeriat kurallarını en yüzeysel ve zahiri yöntemle yorumlayış, toplumun en alt ve en eğitimsiz zümrelerine sesleniş gibi birçok vasfıyla Anadolu’nun Rum Erenlerinden veya Horasan Erenlerinden çok farklı bir İslâm ve Tasavvuf anlayışını temsil ettikleri görülmektedir. İşin enteresan tarafı da, Horasan Erenleri ve dolayısıyla Rum Erenlerinin dayandığı kaynak ile Nakşibendiliğin dayandığı kaynak aynıdır: Hâce Yusuf-ı Hemedâni… Pekiyi nasıl oldu da Nakşibendîlik böyle bir dönüşüm geçirdi? Bana göre silsiledeki iki âbidevi isim bu kırılma ve karakter değiştirmede çok önemli bir konuma sahiptir: İmam-ı Rabbani ve Mevlana Hâlid-i Bağdadi…
Bugün, bu çetrefilli konuyu anlatmak için bir yazı dizisine başlıyorum. Biliyorum, bu konu ince ve netameli bir konudur. Birçok insanımız bu cemaatlere gönül vermiştir. Bu insanlarımızın çoğu için Nakşibendilik bağlı oldukları şeyhin fotoğrafı ve sohbetine devam ettikleri dervişin söylediklerinden ibarettir. Bu insanlarımız tasavvufun tarihi şahsiyetlerini de, adeta İstanbul’un Çarşamba Semtindeki Kur’an kursu hocası gibi birisi zannetmektedirler. Halbuki, tasavvuf tarihi çalışmalarına bakıldığında ve menakibnameler incelendiğinde işin öyle olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden öncelikle söylemeliyim ki, burada Nakşibendî Yolu hakkında sadece tarihi malûmat vereceğim. Ben kendim de, özellikle, Hâcegân Yolu’nun büyüklerine büyük bir saygı duymaktayım. Ancak yukarıda bahsettiğim karakterdeki insanlar Nakşibendî cemaatlerine bağlı insanlarımızın çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bu yüzden yazdıklarımda kafanızı karıştıran bazı bilgilere rastlarsanız Hâcegân Yolu’nun büyüklerine dair gerek Cemaat Büyükleri, gerek İlahiyat Hocaları tarafından yazılmış, gerekse neşredilmiş menakibnâmelere bir bakmalarını tavsiye ederim.
Bu yazıda Nakşibendiliğin köklerine ineceğim. Bu ise Hacegân (Hocalar) Yolu’nun hikâyesidir. Hikâyemiz Hâce Yusuf-ı Hemedâni ile başlar… Haydi başlayalım; gayret bizden tevfik Allah’tan…
HÂCE YUSUF-I HEMEDÂNİ
Ebu Yakub Yusuf el-Hemedâni ki, en çok Yusuf-ı Hemedâni olarak bilinir (doğumu 1048 veya 1049/440 - ölümü 1140/535), Orta Çağ'da yaşamış bir İranlı sûfiydi. O, Nakşibendi tarikatının kendisinden neş’et ettiği, basitçe Hacegân (Hocalar) olarak bilinen, Orta Asyalı Türk mutasavvıflar grubunun ilkiydi. Türbesi Türkmenistan'ın Merv şehrindedir.
1048 veya 1049'da Hemedan yakınlarındaki Buzanjird'de doğdu, on sekiz yaşında Bağdat'a taşındı. Zamanının üstadı Şeyh İbrahim bin Ali bin Yusuf el-Firuzabadi'nin gözetiminde Şafii fıkhı üzerine tahsil gördü. Bağdat'ta, en genç olmasına rağmen ona diğer öğrencilerinden daha fazla saygı gösteren büyük alim Ebu İshak el-Şirazi ile eğitimini sürdürdü. Fakat o, hocalarının aksine bir Hanefi Maturidi idi. (Buradan yola çıkarak, tamamen benim tahminime göre Türk asıllı olması muhtemeldir, DMD.)
İbn Halikan'a göre, dini kariyerine dini ilimlerin yetiştirilmesiyle başladı, hem saygın bir hadis ve fıkıh alimi hem de Bağdat'ta popüler bir vaiz oldu. O kadar parlak bir fakih idi ki, o sahadaki bütün âlimler arasında zamanının fetvâ mercii olarak kabul gördü. Önce İslam ilminin merkezi olan Bağdat'ta, sonra İsfahan'da, Buhara'da, Semerkand'da, Harezm'de ve Orta Asya'nın her yerinde tanınır hale geldi.
Daha sonra, yoğun bir şekilde münzevi bir yaşam tarzını benimseyerek ilim ve fıkıh çalışmalarını bıraktı ve doğuya gitti, önce Herat'a, daha sonra da mezarının hâlâ var olduğu söylenen Merv'e yerleşti. Kendini zühde verdi ve Şeyh Ebu Ali el-Farimedi'nin talimatıyla sürekli ibadet ve mücahede (nefs terbiyesi amacıyla ruhsal mücadele) ile uğraştı. Şeyh Abdullah Cüveynî ve Şeyh Hasan Semnânî’nin meclislerine katıldı. Nakşibendiliğin içinden çıktığı Hâcegân Yolunun temel ilkelerini belirleyen Hâce Abdülhalik Gucdevânî ile Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî de dâhil olmak üzere arkasında dört halife bıraktı.
Denir ki, Yusuf-ı Hemedânî hocalarından hem cehrî zikir (açıktan, yüksek sesle zikir) hem de hafî zikr (içten, sessiz zikir) üzere icâzet almıştı. Ahmet Yesevî Hazretlerine cehrî zikir talim ettirirken Abdülhalik Gucdevâni Hazretlerine hafî zikir talim etmişti. Bu da, her iki büyük mutasavvıfın çevreleriyle ilgiliydi. Ahmet Yesevî okur-yazar olmayan göçebe Türkmenleri irşâd ederken, Abdülhalik Gucdevâni şehirli yerleşik Türkleri irşâd ediyordu.
HÂCE ABDÜLHALİK GUCDEVÂNİ
Abdülhalik Gucdevâni (ölümü 1179), Hâcegân Yolu’nun kurucusu ve 8 düstûrunu yazan büyük Türk mutasavvıfıdır. Kabri bugünkü Özbekistan’dadır.
Abdülhalik Gucdevâni Hazretleri, Buhara yakınlarındaki küçük Gucdevân kasabasında doğdu. Babası, önde gelen bir fakih olduğu Doğu Anadolu'daki Malatya'dan Orta Asya'ya göç etmişti. Abdülhalik Gucdevâni, Buhara'da tefsir okurken önce tasavvuf yoluna karşı bir ilgi uyanışı yaşadı. Yusuf-ı Hemedânî'nin elinde ileri eğitim aldı ve yukarıda belirttiğim gibi Hocasından hafî zikir talim etti.
Abdülhalik Gucdevâni, Nakşibendi silsilesinin sonraki nesillerine, onların tasavvuf uygulamalarını yöneten, özlü bir şekilde Farsça formüle edilmiş ve toplu olarak "Kutsal Sözler" (Kelimât-i Kudsiye) veya "Düstûrlar / Kurallar" olarak bilinen bir dizi ilke miras bıraktı. Bu düsturlar sekiz adettir. Daha sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bunlara üç düstûr daha eklemiştir.
Sekiz Düstûr şunlardır:
1. Yâd-ı Kerd: Sürekli sözlü ve zihinsel olarak zikir halinde olmak.
2. Bâz-ı Geşt: Kalbden sürekli Kelime-i Tevhîdi geçirmek.
3.Nigâh-ı Daşt: Kelime-i Tevhid’i tekrar ederken, konsantrasyonu bozacak düşüncelere karşı hazırlıklı olmak.
4.Yâd-ı Daşt: İbâdetten alınan ruhani zevk, cezbe veya müşahede hâlinde İlahi varlığa konsantre olmak, kendini kaybetmemek.
5.Hûş der Dem: Zamana odaklanmak için kişinin nefes vermeyerek veya nefes almayarak nefesini kontrol etmesi.
6.Sefer der Vaten: İki anlamı vardır: İlki kendisinin nasipli olduğu şeyhini bulmak için vatanından ayrılıp sefer çıkmak. Bu zahiri anlamdır. İkincisi ise kişiyi kınanacak özelliklerden övgüye değer özelliklere sahip olmaya götüren içsel bir yolculuk anlamına gelir. Buna şehâdetin izharı, yani gizli tarafının görülmesi veya açığa çıkması da denir.
7. Nazar ber Kadem: Zahiri anlamı kişinin ev dışında yürürken ayaklarına bakması, haramdan gözlerini kaçırmasıdır. Bâtınî anlamı ise kişinin İlâhi hakikate giden yolda nihâi yolculuğun amacından sapmamasıdır.
8.Halvet der Encümen: Topluluk içinde yalnızlık. Kişi toplumdan kaçmamalı, aksine toplumun içinde olmalı, onlara iyi bir Müslümanı temsil etmeli. Ancak topluluk içinde olsa bile gerçekte yalnız olduğunun, sadece Allah ile beraber olduğunun bilincinde olmalı.
TOPARLARSAK
İlk sekiz düstûr bize Hacegân Yolu’nun hem ilk dönem melâmilerinin hem de daha sonra kurulacak olan Kalenderilik ve Hayderiliğin çok ortak yönü olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce Yolculuk insanın kendi içine bir yolculuktur. Kendi eksiklerini, zaaflarını görme, bunları düzeltmek için nefsiyle mücadele etme, bütün bunları yaparken de topluluktan kopmama, sosyal olarak insanlarla ilişkilerini devam ettirme üzerine kuruludur. Hâcegân yolunda en kınanan yaklaşımlar kendi ilmiyle övünme, tasavvuf yolunu meslek edinip bundan gelir elde etme, cezbe haline girip kendini kaybetme, yaşarken kendisi veya müritleri tarafından övülüp manevi derecelerini izhar etme (insanlara anlatma) şeklinde özetlenebilir. Yani birileri veya Şeyhin kendisi tarafından Gavs veya Kutup ilan edilmesi, âleme Allah adına tasarruf edebileceğini iddia etmesi, müritlerden hediye kabul etmesi, emeğinin dışında –özellikle dini mertebesini kullanarak- gelir elde etmesi, lüks kâşânelerde yaşaması Hâcegân Yolu’nda hiçbir şekilde kabul edilmezdi. Hele tarikatın şirkete dönüşmesi hiç düşünülemezdi bile. Umalım ki, hâlâ bu ilkeler geçerli olsun.
Gelecek pazartesi Şâh-ı Nakşibend’den İmâm-ı Rabbani’ye olan dönemi inceleyeceğiz.