Geçen hafta bir Orta Asya tarikatı olan Nakşibendîliğin Babürlü İmparatorluğu zamanında Hindistan alt kıtasına nasıl geldiği, bu yolu açan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbani'nin hikâyesinden bahsetmiştim.
Daha önceki yazıların bir özetini verecek olursak Horasan’da Hemedan’dan gelmiş bir ulu şeyh olan Yusuf-ı Hemedâni’nin halifelerinden biri olan Abdülhalik-i Gucdevâni’nin kurduğu Hâcegân Yolu vahdet-i vücutçu, halvet (ibadet için bir müddet toplumdan kaçıp inzivaya çekilmek) ve sema (musiki ve raks ile zikri birleştiren bir ibadet) ritüellerini uygulayan bir Türk Tarikatı idi. Bu anlamda Anadolu’daki Bektaşilik, Bayramilik ve Mevlevilikten çok da farklı değildi. Zaman içinde Hâcegan Yolundan ayrılarak Nakşibendi ismini alan tarikatın kurucusu Hâce Muhammed Bahauddin Şâh-ı Nakşibend halvet ve semayı bırakmış ve hafî zikre geçmişti. Ancak vahdet-i vücut inancını devam ettirmişti. Nakşibendiliğin yeni bir kırılmaya gitmesi İmam-ı Rabbani ile olmuştu.
Geçen hafta bir Orta Asya tarikatı olan Nakşibendîliğin Babürlü İmparatorluğu zamanında Hindistan alt kıtasına nasıl geldiği, bu yolu açan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbani’nin hikâyesinden bahsetmiştim. Ekber Şah zamanında çok özel şartlarda (Hükümdarın Din-i İlahi adında yeni bir din uydurduğu şartlarda) İmam-ı Rabbani tasavvuf anlayışını vahdet-i vücut inancından uzaklaştırmış ve katı bir şeriat savunuculuğu yapmıştı. İmam-ı Rabbani, aynı zamanda, müceddid-i elf-i sâni yani ikinci bin yılın yenileyicisi olarak da tanınır. Bu unvanına hürmeten ondan devam eden Nakşibendi silsilesi Müceddidiye olarak adlandırılır.
Bu hafta her biri Nakşibendiliğin kolları olan Müceddidiye’den Mazhariyye’nin, Mazhariyyeden de Hâlidiyye’nin nasıl doğduğundan bahsedeceğim. Bu aynı zamanda Türkistan kökenli bir târikatın Hint kıtasından geçerek Kuzey Iraklı Kürt kökenli bir şeyh vasıtasıyla Türkiye’ye nasıl yayıldığının da hikâyesi olacaktır. Bu geçiş sürecinde Osmanlı İmparatorluğunda yenilenme hareketlerinin sağladığı imkânlarla Halidiyye’nin imparatorluğun yarı resmî tarikatı haline gelmesini de inceleyeceğim. Halidiyye’nin Nakşibendilik içinde bir önemli kırılma noktası da râbıtayı temel ritüel haline getirmesidir. Bugün Türkiye’de en önemli Nakşîbendi cemaatlerinin hepsi Halidiyye silsilesinden gelmektedir.
MAZHAR-I CÂN-I CÂNÂN VE MAZHARİYYE
Hindistan’da Nakşîbendi Müceddidi şeyhlerinden biri de Nûr Muhammed Bedâuni’dir (ö. 11135/1723). Nakşibendî silsilesinde ve bütün Nakşî kaynaklarda yer almakla birlikte hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Nakşibendiyye tarikatının Müceddidiyye kolunun kurucusu İmâm-ı Rabbânî’nin torunlarından Şeyh Seyfeddin Serhendî’nin (ö. 1096/1685) halifesidir. Şeyh Nûr Muhammed’in en önemli halifesi Mazhâr-ı Cân-ı Cânân’dır. Şeyh Nûr Muhammed Hakkında TDV İSLÂM Ansiklopedisinde Hâmid Algar şunları yazar:
“Bilmeyerek dahi olsa sünnete aykırı bir davranışta bulunduğu zaman günlerce tesiri altında kalan Bedâûnî on beş yıl istiğrak halinde kalmış, sadece namaz vakitlerinde sahv haline dönmüştü. Kendisine yapılan bağışları kabul etmemesi, okumak için dünya ehli bir kimseden ödünç olarak aldığı kitabı gafletlerinin karanlığı sarmıştır diye okumadan önce üç gün bekletmesi, yediklerinin helâl olduğundan emin olmak için ekmeğini kendi eliyle pişirmesi, Bedâûnî’nin dünya ehline duyduğu güvensizlik kadar zühd ve takvâ konusundaki titizliğini gösteren örneklerdir.” (TDV İSLÂM Ansiklopedisi, Şeyh Nûr Muhammed Bedâuni Maddesi, Hamid Algar.) Anlaşılan Şeyh Nûr Muhammed meczup ve münzevi bir Şeyh imiş.
Esas adı Şemsüddîn Habîbullāh Mîrzâ Mazhar Cân-ı Cânân olan şeyh Afgan asıllıdır. 1 Ramazan 1110’da (3 Mart 1699), ailesi Dekken’den Ekberâbâd’a (Agra) göç ederken Kâlâbâğ adlı küçük bir kasabada doğdu. Muhammed b. Hanefiyye yoluyla Hz. Ali soyundan geldiğini ileri süren Mirza Mazhar’ın ailesi, Afganistan’dan Hindistan’a gidip Bâbürlü İmparatoru Hümâyun’un hizmetine giren ilk kabile olan Kaşgal kabilesine mensuptur. Babası Babürlü İmparatorluğunda asker ve idareci idi. O babasının mesleğini devam ettirmeyip dini ve tasavvufi ilimlere yöneldi. İsmini dönemin hükümdarı olan Evrengzib / Orancebe’nin önerisiyle Cân-ı Cânân (Canlar Cânı) olarak babası koymuştur. Mazhar ise şiirlerinde kullandığı mahlasıdır. Mirza ise prens anlamına gelir ve Timurlu geleneğinde soylulara verilen bir unvandır. Bakın Hamid Algar ne diyor hakkında:
“Mirza Mazhar, bunun üzerine Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Nûr Muhammed el-Bedâûnî’ye intisap etti; Bedâûnî’ye bağlılığı onun vefatından sonra da devam etti ve türbesinde altı yıl süreyle inzivaya çekildi. Bedâûnî son dönemlerinde ona bir mürşid aramasını söylediği için Şah Muhammed Zübeyr, Şah Hâfız Sa‘dullah ve Muhammed Âbid Sünâmî adlı üç Nakşî-Müceddidî şeyhine daha intisap etti. Şah Hâfız Sa‘dullah bir şair olarak kabiliyetini geliştirmesine yardımcı oldu; Muhammed Âbid Sünâmî de ona Kādirî, Sühreverdî ve Çiştî tarikatlarına intisap etmesi için ayrıca destek verdi. Böylece Mazhar, Nakşibendî-Müceddidî silsilesinin dört ana kolunu kendi şahsında birleştirmiş oldu.” (TDV İSLÂM Ansiklopedisi, Mazhâr-ı Cân-ı Cânân Maddesi, Hamid Algar.)
Şeyh Mazhâr-ı Cân-ı Cânân Babürlü İmparatorluğunda Şii – Sünni çatışmasının orta yerinde yaşamıştır. O dönemde kendisi katı bir sünnî taraftarı olarak tartışmalara katılmıştır. Onun döneminde Nakşî yolunun Ehl-i Sünnet’e aidiyet vurgusu artmıştır. En önemli halifesi Abdullah Dehlevî’dir ki, o da Hâlid-i Bağdâdi’nin şeyhidir. Gerek kendi gerekse halifesinin döneminde Nakşî Yolu’nun Ehl-i Sünnet savunusu sadece inanç düzeyinde değil ama aynı zamanda mensup bulundukları İmparatorluk Düzeni’nin siyaseti gereğincedir. Burada Nakşî Yolu’nun kurulu siyasi düzenin yanında yer alan bir siyasi içerik sahibi olmaya başladığını görmekteyiz. Diyebiliriz ki, Mazhar-ı Cân-ı Cânân ile birlikte Nakşibendilik siyasi olarak devlete egemen güçlerin yanında yer almayı bir görev kabul etmiştir. Bu, aynı zamanda, Şeyhi Nur Muhammed’den çok farklı bir hayat anlayışına da sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim kendisi Şii militanlarca dergâhında şehit edilmiştir.
MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ VE HALİDİYYE
Asıl adı Ebü’l-Behâ Ziyâüddîn Hâlid b. Ahmed b. Hüseyn eş-Şehrezûrî el-Kürdî olup Osmanlı vatandaşı olarak 1779’da Kuzey Irak Süleymaniye’de doğmuştur. Ailesi iki taraftan da Kâdiri Tarikatına mensup köklü Kürt ailelerindendir. 1827’de Şam’da vefat etmiştir. 1809’a kadar Kuzey Irak ve Bağdat’taki medreselerde müderrislik yapmıştır. Sonrasını Hamid Algar’dan okuyalım:
“1809’da Süleymaniye’yi ziyaret eden Mirza Rahîmullah Azîmâbâdî adındaki Hindistanlı bir derviş kendisine Hindistan’a giderek Delhili Nakşibendî şeyhi Abdullah Dihlevî’den el almasını tavsiye etti. Bunun üzerine derhal yola çıkan Hâlid, İran ve Afganistan üzerinden altı ay kadar sonra Delhi’ye ulaştı. Yol boyunca karşılaştığı Şiî ulemâ ile, özellikle de Tahranlı bir müctehid olan Şeyh İsmâîl-i Kâşî ile mezhep tartışmalarına girişmesi ve bu tartışmaları ısrarla devam ettirmesi yolculuğunun meşakkatli geçmesine sebep oldu. Delhi’de Abdullah Dihlevî ile görüşerek ona intisap etti. Nakşibendiyye’nin seyrüsülûk mertebelerini beş ayda (diğer bir rivayete göre ise on bir ayda) katetti ve şeyhi tarafından halife olarak Süleymaniye’ye geri gönderildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra Kādirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî tarikatlarından da irşad için izin verildi.” (TDV İSLÂM Ansiklopedisi, Hâlid-i Bağdâdî Maddesi, Hamid Algar.)
VAKA-YI HAYRİYYE VE HALİDİYYE’NİN YÜKSELİŞİ
1826’da Sultan II. Mahmut Han tarafından Vakâ-yi Hayriyye ile Yeniçeri Ocağı kaldırıldığında, aynı zamanda, Ocak’la köklü bağları olan Bektaşi Tarikatı da kapatıldı. Binlerce cilt kitap, divanlar, menakıbnameler, erkân kitapları meydanlarda yakıldı. Yüzlerce Bektaşi dervişi idam edildi, binlercesi de imparatorluğun uzak diyarlarına sürüldü. Pekiyi Bektâşi Tekkeleri ne oldu? İşte, Bektâşilerden geriye kalan boşluğu hızla Mevlâna Hâlid-i Bağdadi’nin halifeleri ve Nakşibendi Tarikatı doldurmuştur.
Mevlâna Halid-i Bağdâdi Nakşibendî Tarikatının dönüşümünde ve Osmanlı diyarında kök salmasında çok önemli bir yer teşkil eder. Çok sayıda halifesi ile İmparatorluğun her köşesine irşadı götürmüştür. Mazhariyye’den gelen bir itiyatla devlete egemen olan gücün yanında olan bir siyasi tavır günün şartlarında Nakşibendiliğin hızla imparatorluk topraklarında ve devlet erkânı arasında yayılmasına yol açmıştır. Aynı zamanda, kapatılan Bektâşi Tarikatı’nın görüşlerinin aksine, şiâ karşıtı görüşleri, vahdet-i vücut anlayışını reddetmesi ve şeriatın sıkı bir savunucusu olması da Sultan II. Mahmut’un gözüne girmesinde önemli bir paya sahiptir. Diyebiliriz ki, Tanzimat ve sonrası dönemlerde Nakşibendî - Hâlidî Tarikatı gayrı resmi devlet tarikatı hüviyetine bürünmüştü.
Mevlâna Hâlid-i Bağdadi’nin tarikat erkânına getirdiği yenilik rabıtadır. Rabıta zikr esnasında müridin şeyhinin yüzünü hayal etmesidir. Daha önce de var olan rabıta Mevlâna Halid’le beraber genel kural haline gelmiştir. Bugün Türkiye’deki birçok cemaat Nakşibendî – Hâlidî silsilesine bağlıdır.
SONUÇ:
Melâmeti ve Kalenderîlere benzer düsturlarla ortaya çıkan, mal – mülk sahipliği, iktidar kavgası ve şehvetten uzak durması ile bilinen vahdet-i vücut anlayışına sahip bir tasavvuf ekolü, önce zikir sırasında müzik ve rakstan yani semadan, daha sonra vahdet-i vücut anlayışından ve tarikatın şeriatın üstünde olduğu inancından vazgeçmiş, daha sonra katı sünnî bir tutumla devlete egemen olan güçlerin tarafında aktif siyasete destek veren bir tavır içine girmiştir. Süreç yedi yüz yıla yakın bir süre içinde gelişmiştir. Pekiyi Cumhuriyet Dönemi’nde Nakşibendî Tarikatı demokratik bir toplumda ve kapitalist ekonomik sistem içinde nasıl şekillenmiştir? Bu soruyu da başka bir yazıda cevaplarız.