Doktorun kendisine yaklaşan tüm hasta yakınlarına "Acil durum var!" diyerek panik içinde yoğun bakım servisindeki eşimin yanına koşması…

Doktorun kendisine yaklaşan tüm hasta yakınlarına “Acil durum var!” diyerek panik içinde yoğun bakım servisindeki eşimin yanına koşması… Vücudunda biriken 20 kilonun üstündeki ödemi bir an önce azaltabilmek amacıyla eşime yapacakları özel bir girişimin tüm risklerini anlatarak benden imza istemeleri… Çoğu yoğun bakım servisinde geçen, hastanede 75 gün boyunca yaşadığımız terslikler… Eşimi sağlığına kavuşturacak kalp pilinin saatler süren cerrahi girişimde bir türlü yerleştirilememesi… İlk uygulamanın başarısız geçmesi… İkinci denemede beş saat boyunca anjiyo odasının önünde umutla, merakla ve heyecanla bekleyişim… Geçmek bilmeyen saatler… Bir türlü gelmeyen güzel haber…

KIŞTAN BAHARA UZANAN HASTANE GÜNLERİ...

Anjiyo laboratuvar kapısının her açılışında giderek sabırsızlaşan yüreğim… “Eşinize kalp pili yerleştirdik” müjdesini veren hekimlerin boynuna sarılıp öpmem… Ve Tanrı’ya şükredişim... Her şey güzel giderken, tam da rahatladık derken kalp pilinin tellerinin birinin kopması sonrasında eşime üçüncü cerrahi girişimin gerekmesi… Tüm olumsuzlara rağmen telefonda eşimin sağlık durumunu soran tanıdıklara “İyi” diye yanıt verişim… Üstelik dudaklarımdan dökülen bu sözlere yürekten inanışım.

Yoğun bakım servisinin içindeki odadan dışarıyı seyreden eşim… Hastanede geçen 2,5 ay boyunca yağan yağmur ve kar, açan güneş, parıldayan yıldızlar… Kışın bitişi, baharın ilk merhabası. Eşim yine hastanede. Evinin sıcaklığına, yatağına hasret. Bu süreçte O’nun tek mutluluğu; doktorundan izin alarak tekerlekli sandalye ile hastane içinde yaptırdığımız minik turlar.

Daha fazla maaş, daha tutkulu aşk isteyen, partneri doğum gününü unuttu diye krizlere giren, yemeğin tuzu az diye kıyamet koparan, botoksunun etkisi geçince aynalara küsen milyonlarca mutsuz insan ordusu içlerinde büyüttüğü öfke denizinin karanlığında boğulurken… Yaşamla, sevdikleriyle ve en önemlisi kendisiyle ettiği kavga yüzünden deniz kenarındaki yakamozları, gökyüzünde ışıldayan yıldızları fark etmezken… Hastane koridorundaki açık camlardan gelen esintiyi bile “Ohh” diyerek içine çekerken şükreden eşim…

ASLA UMUTSUZLUĞA DÜŞMEDİK!

Eşimin yerinde belki bir başka hasta olsaydı, tedaviyle ilgili başına gelen onca terslik sonrasında isyan edebilirdi. “Bütün aksilikler beni buluyor” diye yakınabilirdi. “Ben iyileşemeyeceğim galiba” diyerek teslimiyetçi bir ruh haline girebilirdi. Ama ne eşim, ne de ben asla olumsuz bir sözcük kullanmadık. Ve asla umutsuzluğa düşmedik. Yaşanan her terslikte bir hayır olduğuna, sonunda en iyi tedaviye ulaşacağımıza inandık. İşte, tedavinin başarısında etkili olan faktörlerden biri de bu; hastanın iyileşeceğine inanması.

Not: Bugün İstanbul’da şiddetli lodos var ve migren ağrım yüzünden halsizim.. İtiraf edeyim, yeni bir yazı yazacak gücüm yok. Konsantre olamıyorum. Bu hafta kendi başımızdan geçen bir iyileşme hikayesini sizlerle yeniden paylaşmak istedim. Bu vesileyle hastaların ve yakınlarının moral içinde olmalarına katkıda bulunabilirsem ne mutlu bana!