Mîsâk-ı Millî veya diğer adlandırmalarla Ahd-i Millî, Peymân-ı Millî, "Millî/Ulusal Yemin" demektir.
Mîsâk-ı Millî veya diğer adlandırmalarla Ahd-i Millî, Peymân-ı Millî, “Millî/Ulusal Yemin” demektir. Zira Mîsâk-ı Millî, Mondros Ateşkesi sonrası Osmanlı Devleti topraklarının yani Türk vatanının haksız ve hukuksuz işgali karşısında başlayan Millî Mücadele’nin de ana parolası ve İstiklal Harbi’nin esaslarını/programını belirleyen kritik bir belge olmuştu.
Mîsâk-ı Millî’nin ilan sürecine bakıldığında; işgallerin gerçekleştiği ve hatta genişlediği 1919 yılında Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Millî Mücadele Hareketi, vatanın işgalden kurtarılmasına yönelik girişimler yapmaya başlamıştı. Bu kapsamda İstanbul Hükumeti (Ali Rıza Paşa Kabinesi) ile Anadolu Hareketi’nin yürütme organı hüviyetindeki Heyet-i Temsiliye arasında Amasya görüşmeleri (20-22 Ekim 1922) de gerçekleştirilmişti. Toplantıda alınan önemli kararlardan biri ise vatanın ve milletin selameti için Mebusan Meclisinin yeniden açılmasına ilişkindi.
Nihayetinde 12 Ocak 1920 tarihinde Mebusan Meclisi İstanbul’da toplanmıştı. Bu aşamada Heyet-i Temsiliye için en önemli öncelik, devletin ve milletin menfaatini koruyacak kararların alınması, Millî Mücadele’yi güçlendirecek adımların atılmasıydı. Bu maksatla meclis açıldıktan sonra Mîsâk-ı Millî’nin ilan edilmesi gündeme gelmişti.
Esasında Mîsâk-ı Millî’nin muhteviyatı, bir süredir gerek hükûmet gerekse Millî Mücadele Hareketi’nin yayımladığı muhtıra ve beyannamelerle şekillenmişti. Nitekim bunun ilk adımı, İstanbul Hükûmeti’nin Paris Barış Konferansı’na sunduğu 23 Haziran 1919 tarihli “Müdafaaname” isimli resmi barış muhtırası ile atılmıştı. Adı geçen muhtıranın içeriğindeki hususlara, genel kapsam olarak Erzurum ve Sivas Kongre Beyannamelerinde de yer verilmişti. Şimdi sıra, bunu bir hedef ve stratejik plan olarak Osmanlı Devleti’nin yasama organı olan parlamento kararıyla resmi bir belgeyle açıklamaktı.
Neticede Mustafa Kemal Paşa başkanlığındaki Heyet-i Temsiliye tarafından içeriği şekillendirilen Mîsâk-ı Millî metni, 28 Ocak 1920’de Son Osmanlı Mebusan Meclisinde kapalı oturumda kabul edilmişti. 17 Şubat 1920’de ise yabancı dillere çevrilerek başta İtilaf devletleri olmak üzere kamuoyuna duyurulmuştu.
Türk milletin yemini olan bu metin, kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için devletin azami fedakârlığı ve asgarî barış şartları olarak ilan edilmişti. 6 maddeden oluşan Mîsâk-ı Millî metninde; Boğazların durumu ile Suriye, Irak, Batı Trakya ve Batum sınırlarının nasıl belirleneceğine yönelik saptamalar yapılmış; ayrıca kapitülasyon ve azınlık haklarına da vurgu yapılarak devletin bağımsızlık ve egemenliğine yönelik kırmızı çizgiler belirtilmişti.
Mîsâk-ı Millî’deki en önemli olgu şüphesiz devletin sınırlarıydı. Metindeki sınır hattı; Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı ordusunun konuşlu bulunduğu sahaları esas alarak “Türk süngüsünün ulaştığı yerler vatan toprağıdır” anlayışı ile ifade edilmişti. Bununla birlikte Halep, Cezîre ve Musul Vilayeti ile Batı Trakya’ya yönelik demografi ve idari bütünlük esasları da dikkate alınmıştı.
Mîsâk-ı Millî metni açık bir sınır tanımlaması yapmasa da içerisindeki maddeler bu sınırın kapsamına dair önemli bir fikir vermekteydi. Buna göre millî sınırlar; batıda Batı Trakya’dan başlayarak doğuda Batum, Ahıska ve Nahcıvan’a kadar ulaşmaktaydı. Güneyde ise Suriye Vilayetinin kuzey hududu olan Lazkiye’nin kuzeyinden başlayıp Halep’i de içine almakta, Han Şeyhûn’un güneyinden geçerek doğuya doğru Musul Vilayetinin güneyine doğru uzanmakta ve Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ü de ihtiva etmekteydi.
Mîsâk-ı Millî’nin en çok tartışılan sınır tanımlaması güney sınırına ilişkindi. Zira Mîsâk-ı Millî’nin 1. maddesine göre özetle; “30 Ekim 1918’de Osmanlı ordusunun silah bırakışım çizgisi içinde/dışında kalan, din soy ve amaç birliği bakımından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü, ister bir eylem, ister bir hükümle olsun hiçbir nedenle, birbirinden ayrılamayacak bir bütündür… Osmanlı ordusunun silah bırakışımı çizgisi dışında kalan kesimlerin geleceğinin, halklarının serbestçe açıklayacakları oy uyarınca belirlenmesi gerekir.” ibareleri yer almaktaydı.
Bu sınır tanımlaması dikkate alındığında; Mondros Mütarekesinden birkaç gün önce işgal edilen Halep ve Kerkük şehirleri hem idari bütünlük hem de demografik olarak millî sınırlara dâhil olarak görülmüştü. Zaten Halep, Musul gibi yerlerdeki bölge halkının da büyük bir çoğunlukla Türkiye’ye bağlı kalma arzusundaydı ki bu husus döneme ait arşiv belgelerinden takip edilmektedir.
Ancak henüz Mîsâk-ı Millî’nin ilanından birkaç gün evvel, 24 Ocak 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın bir demecine göre güney sınırları; Antakya/Hatay güneyinden geçmekte oradan Halep ile Katma istasyonu arasından (Tel Rıfat dâhil) geçerek Cerablus güneyinde (Sacur çayı) Fırat Nehri’ne ulaşmaktaydı. Fırat nehri doğusunda ise Deyr-i Zor’a inmekte olan sınır hattı, doğuya doğru uzanarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi ihtiva etmekteydi. Nitekim Millî Mücadele’nin seyri içerisinde “silah bırakışım çizgisi dışında kalan” ibaresi “haricinde” olarak ifade edilmeye başlamıştı. Bu yüzden de Mustafa Kemal Paşa da bu süreçteki siyasi ve askerî gelişmelere göre güney sınırlarına ilişkin verdiği demeçlerde de muhtelif sınır tanımlamaları yapmıştı.
Neticede Mîsâk-ı Millî, Millî Mücadele Hareketi’nin somut hedefini ortaya koymuş; motivasyon kaynağı olmuştu. Öte yandan İtilaf devletleri bu beyannameyi dikkate almamış, hatta tepki göstermişlerdi. Bu tepkinin ne derece olduğu, kamuoyuna ilanının üzerinden bir ay geçmeden 16 Mart 1920’de Osmanlı Devleti’nin başkent İstanbul’un resmen ve fiilen işgal edilmesiyle görülmüştü.
Ancak bu işgal, İtilaf devletlerinin planladıkları amaçlarının aksi sonuçlar doğurmuş; Millî Mücadele Hareketi sekteye uğramadığı gibi ivme kazanmıştı. Zira işgalle birlikte Mebusan Meclisi’nin basılıp bazı vekillerin tutuklanması ve hükûmetin devleti bağımsız bir şekilde idare edemeyecek hale gelmesi, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına, akabinde de yeni bir hükûmet kurulmasına (Ankara Hükûmeti) zemin hazırlamıştı. Açılmasından sonra Ankara’daki meclis de Mîsâk-ı Millî’yi ana hedef programı olarak kabul etmişti.
Buna karşın İtilaf devletleri, Mayıs 1920’de son halini verdikleri San-Remo/Sevr anlaşma taslağıyla Osmanlı Devleti’ni parçalamaya çalışsalar da bu proje ve anlaşmanın sahada uygulama imkânı yoktu. Zira bu esnada Anadolu’ya hâkim yegâne güç Ankara Hükûmeti olmuş ve TBMM orduları, Güney, Doğu ve Batı Cephelerinde işgallere karşı kapsamlı bir mücadele başlatmıştı. Dolayısıyla tüm bu süreçlerin ortaya çıkmasında ve Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolun açılmasında, Mîsâk-ı Millî’nin önemli dönüm noktalarından biri olduğunu ifade etmek gerekir.
Sonuç olarak İstiklal Harbi sonrası Lozan Konferansı’nda ve de sınırların belirlendiği diğer anlaşmalarda yukarıda izah edilen ideal Mîsâk-ı Millî sınırları tam anlamıyla temin edilememişti. Mustafa Kemal Paşa bu durumu, “Mîsâk-ı Millî’mizde muayyen ve müspet bir hat yoktur. Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, hatt-ı hudut olacaktır.” sözleriyle açıklamıştı. Yani, Türkiye’nin o dönemdeki gücüne göre elde edilebilen durumun ve realitenin yansıması olan bu açıklamanın doğruluğu yıllar geçtikçe kendini göstermişti.
Gerçekten de Türkiye, 1936’daki Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle, Boğazlar üzerinde tam hâkimiyet tesis ederken 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasıyla da Mîsâk-ı Millî’nin eksik parçalarından birini daha tamamlamıştı.
Öte yandan yakın tarihte ve günümüzde Türkiye’nin komşu coğrafyalarında vuku bulan gelişmelere bakıldığında Mîsâk-ı Millî’nin ne denli gerçekçi bir metin olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır. Bu açıdan ifade etmek gerekirse, Türkiye’ye yönelik özellikle güneyinde ve güney sınırlarının ötesinde uygulanmaya çalışılan bölücü ve zehir projelere karşı Mîsâk-ı Millî, her zaman bir panzehir olarak tarihi anlamını/manasını sürdürmeye devam etmelidir ve edecektir de. Çünkü Mîsâk-ı Millî, bir hayal mahsulü değil; en zor devirde realist bir bakış açısıyla hazırlanmış ve o günden bugüne Türk devleti ve milletinin hafızasında yer etmiş bir mefkûrenin bir ülkünün adı olmuştur…
(30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nde Türk Birliklerinin bulunduğu mavi hat ile Mîsâk-ı Millî metninin 1. maddesine göre idari sınır bütünlüğünü de dikkate alan ve ideal Mîsak-ı Millî olarak kabul edilen kırmızı sınır hattını gösterir harita – Harita çizim: Enes DEMİR)