İstiklal Harbi'nin Güney Cephesi'nde, Fransızlarla Fransız ordusu içerisindeki lejyon (paralı) Ermeni askerlere karşı savaşılmıştı.
İstiklal Harbi’nin Güney Cephesi’nde, Fransızlarla Fransız ordusu içerisindeki lejyon (paralı) Ermeni askerlere karşı savaşılmıştı. İngiltere ve Fransa’nın 1916’da Sykes Picot’la paylaştığı bölge, 1919 Suriye İtilâfnâmesi ve 1920 San-Remo/Sevr projeleriyle de Fransa’ya bırakılmıştı. Bu kapsamda Fransız birlikleri, 1919 yılı sonlarından itibaren Urfa’dan Deyr-i Zor’a, Halep’ten Maraş’a, Adana’dan Mersin’e kadar olan geniş bir bölgeyi işgal etmişti.
Birçoğu Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı ordusunun kontrolünde olan ve dolayısıyla hukuksuz Fransız işgaline karşı; Anadolu’nun güneyinde yani Güney Cephesi’nde, bölge halkı ve aşiretler tarafından oluşturulan Kuvâ-yı Millîye birliklerinin desteğiyle bölgedeki Türk Kolorduları tarafından Millî Mücadele Harekâtı icra edilmiştir.
Bu dönemde Ankara Hükûmeti tarafından yönetilen askerî harekât kapsamında Türk birlikleri ve Kuvâ-yı Millîye unsurları hem Maraş, Adana, Mersin, Antep, Kilis, Urfa gibi şehirleri Fransız işgalinden kurtarmaya çalışmış hem de Halep Vilayeti ve Fırat’ın doğusundaki Cezîre bölgesinde Mîsâk-ı Millî’ye dâhil olarak gördüğü bölgelere harekât düzenlemiştir. Nitekim bu mücadelelerin ana amacı bölgeyi işgalden kurtarmak ve 28 Ocak 1920’de son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul edilen ve 17 Şubat 1920’de ilan edilen Mîsâk-ı Millî sınırlarını temin etmek olmuştur.
6 maddelik Mîsâk-ı Millî metninde kesin bir sınır tanımlaması olmasa da 1. maddesinde “30 Ekim 1918’de Osmanlı Ordusu’nun silah bırakışım çizgisi içinde kalan, din soy ve amaç birliği bakımından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü, ister bir eylem, ister bir hükümle olsun hiçbir nedenle, birbirinden ayrılamayacak bir bütündür.” ifadeleri yer almaktaydı. Buna göre Mondros Ateşkesi imzalandığında Osmanlı ordusunun kontrolündeki bölgeler, Hatay güneyinden Halep kuzeyine ulaşan hat (Tel-Rıfat dahil), Fırat Nehri doğusunda Deyr-i Zor’un güneyinden geçip doğuda Musul ve Süleymaniye’yi içine alan bir bölgeyi ihtiva ediyordu ve Mîsâk-ı Millî sınırları içerisindeydi. Nitekim bu dönemde TBMM’de yapılan tartışmalarda da Antep, Maraş ve Çukurova dışında Halep, Rakka ve Musul hattının Mîsâk-ı Millî’ye dâhil olduğu mebuslar tarafından sık sık dile getirilen bir husus olmuştu.
(Mondros Mütarekesi hattı ve ideal Mîsâk-ı Millî sınırları - Harita: Enes DEMİR)
Neticede bölgenin hâkimiyeti konusunda Türkiye ve Fransa arasında yoğun bir mücadele yaşanması, Türkiye-Suriye sınırının belirlenmesi için Türkiye ve Fransa arasında gerçekleştirilen müzakerelerin de ana temasını oluşturmuştur.
(Sevr Projesine göre Türkiye-Suriye sınırı)
Millî Mücadele Harekâtı’na karşı Fransa; siyasî, askerî ve mâlî açıdan büyük kayıplara uğramıştır. Zor durumda kalması dolayısıyla Türkiye ile anlaşma yolları arayarak Suriye ve Lübnan’daki varlığını ve çıkarlarını devam ettirmenin uygun olacağına karar vermiştir. Ankara Hükûmeti de Batı Cephesi’ndeki Yunan ordusu ile gerçekleşen muharebelere yoğunlaşabilmek için bir an evvel Güney Cephesi’nde barışa ihtiyaç duyduğundan Fransa’yla uzlaşmaya yönelik bir tutum benimsemiştir. Fakat Türk ve Fransa Hükûmetleri arasında 1920 yılından başlayan görüşmeler, Şubat 1921’de Londra’da varılan Bekir Sami-Briand Anlaşma taslağı başta olmak üzere birkaç kere başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Temel anlaşmazlık konusu Türkiye-Suriye sınırı olmuştur. Fransa’nın Türkiye-Suriye sınırıyla ilgili önerisi, TBMM’de ele alınmış ve çeşitli tartışmalara yol açmış; İskenderun, Antakya ve Halep kuzeyi ile Fırat’ın doğusundaki demiryolu hattının güneyinin (Telabyad, Resulayn, Aynel Arap, Rakka, Kamışlı, Amude, Haseke ve çevresi) Türkiye sınırları dışında kalacak olması dolayısıyla Mîsâk-ı Millî’ye aykırı olduğu yönünde eleştiriler getirilmiştir. Neticede Fransa’nın bu katı tutumu ve sınırın nihai bir anlaşma ile değil geçici bir anlaşma ile belirlenecek olması varsayımıyla; geçici olarak kabul edilmesi görüşü hâkim olmuştur. Bu kapsamda 20 Ekim 1921 tarihinde 13 maddeyi ihtiva eden Ankara İtilâfnâmesi/Ankara Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmada sınırla ilgili olan hususlar 3. 7. 8. ve 9. maddelerde belirtilmiştir.
Buna göre Türkiye-Suriye sınırı anlaşmanın 8. maddesinde detaylı bir şekilde tanımlanmıştır. 3. maddede ise Türk ve Fransız kuvvetlerinin 2 ay içerisinde 8. maddede belirlenen sınırın güneyine ve kuzeyine geçmesi kararlaştırılmıştır. Dolayısıyla Fransız birlikleri 8. madde kapsamında Türkiye’ye bırakılan beş ilden yani 7 Aralık 1921’de Kilis’ten, 25 Aralık 1921’de Antep’ten, 3 Ocak 1922’de Mersin’den, 5 Ocak 1922’de Adana’dan ve 7 Ocak 1922’de de Osmaniye’den çekilmiştir. Türk ordusu ise 27 Aralık 1921’de Haseke’den, 30 Aralık 1921’de Rakka’dan ve yine Ocak 1922’de diğer bölgelerden çekilmiş; ayrıca bölgedeki Kuvâ-yı Millîye birliklerine verdiği desteği de sonlandırmak durumunda kalmıştır.
(20 Ekim 1921 Ankara Anlaşması’nın 3. maddesi gereği yaklaşık 2 ay içerisinde Türk ve Fransız birlikleri kuzey-güney istikametinde yer değiştirmiştir. Harita: Enes Demir)
9. maddeye göre Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu, Osman Gazi’nin dedesi Süleyman Şah’ın Caber Kalesi’nde bulunan ve Türk Mezarı adıyla tanınan mezarının, çevresiyle birlikte Türkiye’nin toprağı olarak kalacağı, orada asker bulundurabileceği ve Türk bayrağını çekebileceği kabul edilmiştir.
7. maddede ise İskenderun-Antakya (Hatay) bölgesi için özel bir yönetim kurulacağı, bu bölgede yaşayan Türk ırkından olan halkın, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylığın sağlanacağı ve Türkçe’nin resmî bir niteliğe sahip olacağı konusunda mutabık kalınmıştır.
Ankara İtilâfnâmesi/Anlaşması, Türkiye için Mîsâk-ı Millî’nin özünü oluşturan güney sınırlarından taviz verilmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. Lakin bu antlaşma ile Türkiye; işgal altındaki Adana, Osmaniye, Mersin, Kilis ve Antep şehirlerini geri almıştır. Ayrıca Sevr projesindeki sınırla kıyaslandığında Türkiye’ye bırakılmayan Kilis, Antep, Urfa ve Mardin’in Türkiye’de kalması temin edilmiştir. Böylece Sevr projesinin geçerli olamayacağı, TBMM tarafından Batılı devletler arasında ilk defa Fransa’ya kabul ettirilmiştir.
Sonuç olarak Ankara Anlaşması, dönemin şartları gereği Türkiye’nin Millî Mücadele’de Fransız işgaline uğrayan ve Fransız işgalinden kurtardığı şehirler arasında bir tercih yapmak zorunda kalarak Türkiye-Suriye sınırının belirlendiği bir bağıttır.
Bu anlaşma esas itibarıyla;
-Nihai bir barış anlaşması olmayıp geçici olduğu düşüncesi,
- TBMM’nin dönemin en güçlü devletlerinden biri olan Batılı bir devlet tarafından tanınma isteği,
- Halihazırda Anadolu’nun batısında 17 Türk şehrinin işgal altında olması ve bu kapsamda Yunan ordusuna karşı Batı Cephesi’ne asker kaydırılması gibi gereksinimlerden dolayı kabul edilmiştir.
Ankara Anlaşması’nda geçici olarak belirlenen Türkiye-Suriye sınırı, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesinin 1. bendinde “20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Anlaşmasının 8. maddesiyle saptanmış olan sınır” ifadesiyle mevcut haliyle kalmıştır.
Türkiye-Suriye sınırı, 1939 yılında Hatay ve İskenderun’un Türkiye’ye katılmasıyla bir kez daha yeniden belirlenmiş, böylece Misak-ı Milli sınırlarında öngörülen sınırın bir kısmına daha ulaşılmıştır.
100 yıllık süreçte meydana gelen gelişmeler göstermiştir ki Ankara Anlaşması; Suriye sınırı bakımından tarihsel, coğrafi, jeopolitik ve demografik gerçeklerle uyuşmadığı için uzun vadeli sükûneti sağlamaktan uzak kalmıştır. Bu kapsamda Hatay’dan Kilis’e, Urfa’dan Mardin’e kadar olan hat üzerindeki Türkiye ve Suriye sınırının her iki tarafında kalan bölge halkının, çoğu aynı aşirete mensup olup akrabalık bağları bulunmaktadır. Aynı idari yönetime sahip il, ilçe ve kasabaların bir kısmı Türkiye’de bir kısmı Suriye’de kalmıştır. Özellikle Fırat’ın doğusunda, sınırı belirleyen Bağdat Demiryolu; ilçeleri, kasaba ve köyleri birbirinden ayırmıştır. Ayrıca bu bölge, tarihsel süreçte coğrafi bakımdan Anadolu’nun bir devamı ve ekonomik olarak da hinterlandı olmuştur. Bu bakımdan da Ankara ve Lozan Antlaşmaları ile Türkiye sınırları dışında kalan Misâk-ı Millî sınırları, o tarihten günümüze kadar muhtelif dönemlerde bir sorun olma potansiyeli ile karşı karşıya kalmıştır. Nitekim 2011’de Suriye’de başlayan iç savaş neticesinde Türkiye sınırları, milyonlarca Suriyelinin göçüne ve terör örgütlerinin saldırıları dolayısıyla tehdit ve tehlikeye maruz kalmıştır.
Suriye’deki gelişmelerden başta güvenli ve demografik olmak üzere çeşitli başlıklarda doğrudan etkilenen Türkiye, kendi inisiyatifi ile Suriye’nin kuzeyinde (2016-2020 yılları arasında) dört askerî harekât etmiş ve Cerablus, Azez, Çobanbey, Afrin, El-Bâb, İdlip ve çevresi ile Telabyad ve Resulayn hattında kontrol sağlamıştır. Şüphesiz bu harekâtlar, uluslararası hukukun Türkiye’ye tanıdığı sınırlılıklar kapsamında, Türkiye’nin kendi sınır güvenliğini tesis etmek ve Suriyeli mültecilere güvenli bölge oluşturmak maksadıyla yapılmıştır.
Ayrıca bu harekâtlar, Türkiye’nin bölgede olmasının tarihi, coğrafi, stratejik ve jeopolitik bir gereklilik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kapsamda kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye sınır hattında kurulmak istenen terör koridorunu engellemek, Suriye sınırından terör örgütleri eliyle vuku bulan saldırılardan topraklarını ve halkını koruyabilmek, ev sahipliği yaptığı 4 milyona yakın Suriyelinin yaşayabileceği güvenli bir bölge tesis etmek amacıyla Suriye’ye yönelik dört büyük askerî sınır ötesi harekât icra etmesi de (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı Harekâtları) Türkiye’nin ulusal çıkarları ve bölgesel gelişmeler karşı proaktif tutumunun somut ve doğru bir yansımasıdır.
En önemlisi de ABD ve Rusya gibi ülkelerin bölgedeki çıkarları için 10 binlerce kilometre uzaklıktan gelerek bölgede varlık gösterdiği, İran’ın binlerce kilometre uzaklıktan gelerek bölgede çıkarlarını gözettiği bir ortamda; Türkiye’nin hemen yanı başında maruz kaldığı terör kaynaklı tehditlere karşı sınır güvenliğini sağlamak için bu harekatları icra etmesinden daha doğal bir eylem olamayacağı daima hatırda tutulmalıdır.
Üstelik 100 yıl önce Osmanlı topraklarını aralarında paylaşan ve Yakındoğu Coğrafyasını şekillendiren dönemin küresel güçleri İngiltere ve Fransa’nın yerini bugün aynı coğrafyada ABD ve Rusya’nın yer aldığı göz önüne alındığında, geçen yıllar içerisinde bölgesinde önemli ve belirleyici bir güç haline gelen Türkiye’nin bölgedeki varlığı her zamankinden çok daha değerlidir.
Sonuç olarak ülkeler için tarih ve coğrafya bir realitedir. Türkiye’nin de sahip olduğu jeopolitik gerçekliklerden hareketle ve menfaatleri doğrultusunda politika belirleyerek hareket etmesinden daha doğal bir durum yoktur.
Ve en son olarak tüm bu tarihi hadiseler ve günümüzdeki yansımaları, tarafımızdan kaleme alınan “Yeni Belgeler Işığında - Vazgeçilmeyen Topraklar - Misak-ı Milli” adlı eserde Osmanlı Arşivi ve ATASE belgeleriyle detaylı bir şekilde ortaya konulmuştur.