Onların mânevî makamları bizim korumamıza muhtaç değil, ama bu iki ismi, onlar üzerinden oynanan oyuna dikkat çekmek için sembolik olarak seçtim. Yoksa, aynı durumda olan hem tarihî, hem de çağdaş İbn Sina, Farabî, Mısrî Niyâzî, Yahya Kemâl gibi birçok isim var.
Önce durum ve hasar tespiti yapalım. Ortalık tasavvufa, çaya çorbaya limon muamelesi yapanlarla dolu. Tasavvufun ne olduğunu bilmedikleri hemen belli oluyor. Bu, nasıl kullandıklarından, daha doğrusu nasıl sömürdüklerinden ve suistimâl ettiklerinden anlaşılıyor. Tasavvuf ve kişisel gelişim, tasavvuf ve NLP, tasavvuf ve girişimcilik, tasavvuf ve inovasyon, tasavvuf ile sınavlara hazırlık, tasavvuf ve mutlu evlilik, tasavvuf ve astroloji gibi ipe sapa gelmez birçok başlık, ipten kazıktan kurtulup cebini doldurma derdine düşenlerin malzemesi olmuş durumdadır. İçki sofralarındaki hasbî tasavvuf muhabbetleri bile bunların yanında mâsum kalır.
Sosyal medya, kafadan uydurulup ya da yanlış tercüme edilip altına "Mevlânâ" yazılan sözlerin paylaşımlarıyla dolu. Yazın sâhilde güneşlenirken, güneş yağı süründükten sonra şezlongta yatıp okumak için basılan ve satın alınan kitapların çoğunun konusu, Hindû mistisizmi ve sufizm tineriyle inceltilmiş “çakma tasavvuf”tan oluşuyor.
Müceddidî operasyon
Tasavvufun en önemli isimlerinden Muhyiddin İbn Arâbî'nin lâkabı "Şeyh-ül Ekber"dir, yâni "büyük şeyh". Daha düne kadar İbn Arâbi'ye olan nefretleri yüzünden bu lâkabını tahrif edip ona "kâfir-i ekber", yani "büyük kâfir" diyenler, şimdi ortalıkta, altına İbn Arâbî imzası attıkları kehânetleri dolaştırıyorlar. Bu kehânetlerin kaynağını sorunca da "kitapları okursan bulursun" şeklinde ukâla karşılıklar veriyorlar. Biraz insaflı olanlar, Şeceretu’n Nûmâniyye fi’d-devletul Osmaniye isimli bir kitabı kaynak göstermektedirler. Ancak bu kitap, Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın Şeyh-i Ekber İbn Arabî’nin Düşüncesine Giriş (Sufi kitap, 2018) adlı kitabında belirtilen ve İbn Arabî’nin bizzat listelediği 285 kitap (201 tanesi kayıptır) arasında bulunmamaktadır. İbn Arabî’nin "benim" dediği kitaplar arasında ismen bile bulunmayan bir kitabı İbn Arabî’ninmiş gibi göstermenin ve bu kitabı kaynak olarak kullanmanın kehânetler paylaşmanın arkasında ya art niyet ya da saflık vardır. Bu saflık da art niyetin değirmenine su taşımaktadır.
İbn Arabî’nin düşüncesini dayandırdığı "vahdet-i vücûd" anlayışına cephe alan Müceddidî dünya görüşü, “vahdet-i vücûd” anlayışını yok farz ederek birden İbn Arabî’yi sâhiplenmeye başladı. Bir tâne müceddidî Divan şâiri olmamasına rağmen, Divan Edebiyatının şiirleri Müceddidî çevrelerin diline pelesenk oldu. “Rûhuna düşman ama bedenine âşık” olma durumu burada da ortaya çıkmış durumdadır.
Bu durum, Müceddidîler için denizin bittiğini ve karaya oturduklarını gösterir. Gemiyi kurtarmak için tekfir ettikleri isimlere cankurtaran olarak sarılıyorlar. Hakkını verip doğru anlasalar amenna, ama Derrida'yi bile çileden çıkaracak bir Yapısöküm uygulayıp kafalarına göre anlamlandırıyorlar ve kurumuş kuyularına su doldurmakta kullanıyorlar.
Bu garâbet, Balkanlar’dan ABD’ye, Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya büyük bir coğrafyada oynanan oyunun Türkiye’de temerküz etmiş hâlidir. Çünkü Türkiye, hiçbir bir zaman kaybolmamış olan merkezî rolünü yeniden kazanmaya başlamıştır. Amaç, bu süreci yeniden sekteye uğratmaktır. Bu çağın sorunlarına kendi köhne kütüphânelerinde cevap bulamayanlar, her dâim canlı ve diri kalan, her an yeni bir oluş hâlinde olan minbit hazineye mafya gibi çökme ve bu hazineyi oluşturan kültürü bozmaya azmetmiş durumdadırlar.
“Sin Şın’a girince”
Gelelim bu oyunun kılıfı olan kehânetlere. İbn Arabî’nin en meşhur kehâneti, kabrinin öldükten (1240) 264 yıl sonra (1518) bulunması üzerine ortaya çıkmıştır. İbn Arabî’nin “Benim kabrim Sin Şin’a girince bulunacak” dediği söylenir. Sin’den kasıt, Selim yâni Yavuz Sultan Selim’dir. Şın’dan kasıt ise Şam şehridir. İbn Arabî’nin o zamana kadar bilinmeyen kabri, Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethettikten sonra bulunmuştur. Yavuz Sultan Selim, İbn Arabî’nin kabrini etrafına bir külliye yaptırarak ihya etmiştir. Ama bu târihî gerçeğe dayandırılan kehânet, İbn Arabî’nin hiçbir eserinde yoktur. Ayrıca Şam şehrinin Arapça konuşan toplumlardaki ismi Damaşk’tır. Yâni Türkçe bildiğine dâir elimizde bir bilgi olmayan İbn Arabî’nin bu kehâneti aslında "Sin Dal'a girince" (Selim, Damaşk’a girince) şeklinde olması gerekmez mi?!
Her toplumda mit ve efsâne uydurma kültürü vardır. Bunların sosyal yapı içinde işe yarayan, târihsel birikimin aktarılması gibi işlevleri de vardır. İbn Arabî’nin kabrinin bulunmasıyla ilgili bu hikâye de mitten kehânete dönüşmüştür.
Ancak bu mâsum ve duygusal uydurma kehânet yetmiyormuş gibi, şimdi de İbn Arabî’nin Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti hakkındaki kehânetleri dolaşmaya başladı. Güya Osmanlı Devleti’nin kurulacağı, Fetret Devri, Osmanlı’nın ne zaman yıkılacağı, Osmanlı’dan sonra kurulacak devletin Osmanlı’dan on kat daha güçlü olacağı, Fransiz İhtilâli, Erbakan ve birçok siyâsî ve toplumsal olay, İbn Arabî’nin kitaplarında varmış. Acaba Yavuz Sultan Selim, Osmanlı’nın yıkılacağı kehânetini okumuş muydu?!
Elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan on kat değil, yüz kat güçlü olmasını isteriz. Ama bu, uydurma kehânetlere yaslanarak ve “nasıl olsa olacakmış” deyip yan gelip yatarak değil, İbn Arabî gibi hayâtımızı çalışmaya adamakla olur. İbn Arabî yazdığı yüzlerce eserle, kendi zamânının sorunlarına çözüm üretmeye çalışmıştır. İbn Arabî’ye bakıp bir şey öğreneceksek, onun yazmadığı kitaplarla uğraşmak yerine, kendi zamânımızı okumaya ve anlamaya gayret etmeyi öğrenmeliyiz.
Bu kehânet paylaşımlarını yapanlara "Gayp Allah’ındır" âyeti hatırlatıldığında, "Allah isterse geleceği bildirir" savunması yapılmaktadır. Elbette Allah’ın sınırsız gücü ve kudreti açısından bunda beis yoktur. Ancak bir şeyin gerçekleşmesi için illa ki bir kitapta yazması şart değildir. Neticede "kader gayrete âşıktır".
Dünyâya tanıtıyorlarmış!
Bu karmaşasının daha eskisi ve büyüğü Mevlânâ için geçerlidir. Batı dünyâsının keşfetmesinden sonra bizdeki laik ve Kemalist kesime bile "sempatik" gelen Mevlânâ, günümüzde semâzen şekilli mum ve kolyelerden, Mevlânâ pidesine kadar tam bir ticârî metâ hâline getirilmiştir. Neyden iki notalık ses çıkaranlar, kendine “tasavvuf müzisyeni”(!) diyerek ekranlarda boy gösterip cüzdanlarını doldurmaktadır. Bu cıvık ilgi, Konya'yı 17 Aralık’ta gidilmez hâle getirmiştir.
Sorsanız Mevlânâ’nın mirâsına sâhip çıktıklarını, “Mevlânâ’yı yeni nesle ve dünyâya tanıtmak için” uğraştıklarını ve bunu "Mevlâna aşkı" için yaptıklarını söylerler. Zahmet etmesinler; Mevlânâ’nın düşüncesi onlar tanıtmadan da 700 yıl varlığını sürdürmüştür. Gölge etmesinler yeter.
Niyetleri hayırlı değil!
İbn Arabî ve Mevlânâ özelinde örneklediğim bu durum, kuzu posta bürünmüş kurdun durumudur. Sûret-i haktan gözüküp bugüne kadar bu millete türlü türlü tuzaklar kuranlar, yine aynı yolları kullanmaktadır. Millet olarak içine düştüğümüz türden çıkmazlardan kurtulmanın yollarının taşlarını döşemiş bu isimleri kamuoyuna kendi istedikleri gibi sunarak, bu yolları bozmak ve kısa sürede kullanılmaz hâle getirmek istemektedirler. Uyanık olmamız gerekir. Devir, gaflet devri değildir.
İlgili kuruluşlara çağrı
Başta Kültür ve Turizm Bakanlı ve Millî Eğitim Bakanlığı olmak üzere, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu olmak üzere, sanat ve kültür dernekleri ve vakıfları, üniversitelerimizin edebiyat, ilâhiyat, güzel sanatlar ve iletişim fakülteleri bu konuda sorumluluk alması gereken kuruluşlardır. Bunun yanında tasavvuf ile ilgilenen her vatandaş bu konudaki duruşa katkı sağlamalıdır. Meydan boş bırakılmamalıdır. Neticede tasavvuf, laf ile değil eylem ile olur.