İsrail, her sene böyle bir fırsatı bize bir-iki kere çoğunlukla Doğu Kudüs üzerinden gerçekleştirdiği Filistinlilere yönelik şiddet içeren bir eylemle verir.
Bu sene de Ramazan ayında Mescid-i Aksa üzerinden gerçekleşen İsrail provokasyonu üzerinden İsrail-Filistin meselesini tartışıyoruz. İsrail, her sene böyle bir fırsatı bize bir-iki kere çoğunlukla Doğu Kudüs üzerinden gerçekleştirdiği Filistinlilere yönelik şiddet içeren bir eylemle verir. Sonra Gazze ve Batı Şeria’daki hedefler vurulur, sonra geçişler kapatılır, sonra iktidarda olsun olmasın aşırı sağ Yahudi gruplar Doğu Kudüs’te kendi kutsal addettikleri yerleri/günleri kutlarlar. Atmosferi gerginleştirmek istese de istemese de varlık nedeni Filistin/Arap direnişine dayalı Hamas yanıt verir, Hizbullah da yanıt verir, provokasyon çok şiddetli ise bazen seküler Arap gruplar da yanıt verir. İsrail solu, sağı gibi olayları “terörizm” olarak etiketler. Kubbet-üs Sahra ve Mescid-i Aksa çevresinde arşivlerde saklanacak cinsten fotoğraf kareleri ortaya çıkar. Olayların siyasi yönünü bilsin bilmesin herkes, mekanların, içinden geçilen günlerin sembolik önemini düşünüp “yok artık” der. İsrail’e yönelen füzelerin, Demir Perde savunma sistemi tarafından nasıl durdurulduğunu gösteren 20-30 saniyelik videolar haber bültenlerini süsler. İsrail, Lübnan’ı ve Suriye’yi vurur. Uluslararası kamuoyu tarafları sükunete davet eder, nadiren İsrail kınanır. Hamas, Hizbullah ve İsrail arasında şiddeti tırmandırmamak için geçici ve kırılgan bir ateşkes ilan edilir, bir-kaç kez bozulur. Sonra tedirgin, baskı altında, provokasyon dolu, huzursuz yaşamına bölge geri döner.
Şiddet üzerinden
güvenlik inşa edilmez ama nabız yoklanır
Bu tekrar hali bize tabi
İsrail’in hükümetlerden bağımsız bir Doğu Kudüs ve işgal altındaki topraklar
stratejisi olduğunu gösteriyor. Tel Aviv, İsrail siyasetinde yerleşimciler
meselesinin giderek daha kritik bir önem taşıdığının farkında. İsrail sağının
işgal altındaki toprakların giderek daha çok yerleşimciye açılması üzerinden oy
kazandığı, siyasi meşruiyet sağladığı bir gerçek. Bu durum, İsrail toplumunda
elit ve popülist siyaset karşı karşıya geldiğinde yerleşimci politikasını göz
ardı etmeyi imkânsız hale getiriyor. Dahası yerleşimciler üzerinden işgal
altındaki toprakların Filistinlilerden/Araplardan arındırılması İsrail’e
maliyetsiz bir güven duygusu veriyor. Elbette bu güven duygusu gerçek değil,
ama İsrail gibi toplumu sürekli güvenlikçi politikalar üzerinden mobilize halde
tutmak zorunda olan aktörler için bir zorunluluk. Arap Dünyasının -kitlesel
olarak- İsrail ile sorunları olduğu günlerde, yani düşmanlarla çevrili olunan
günlerde bu zorunluluğun aşılması çok daha kolaydı.
Oysa, İsrail Arap
Dünyasının bir kısmı ile İbrahim Anlaşmaları imzaladı, normalleşme dönemine
girdi. Hatta bir önceki hükümet Lübnan ile deniz yetki paylaşımı anlaşması
imzalamayı başardı. Tel Aviv’in hareket serbestliğine kısmen sahip olduğunu da
Suriye’yi ikide-bir vurmasından anlıyoruz. Dolayısıyla “düşmanlarla çevrili
İsrail” söyleminin oturduğu bir zemin bugün dünkü kadar güçlü değil. İran
sorunu elbette devam ediyor- ve bu sorunun İsrail’in başını nasıl ağrıttığına
birazdan değineceğiz- ama İsrail’in varlığını reddeden topyekûn bir Müslüman
Dünyası bugün yok. Dolayısıyla toplumu devletin yayılmacı/kontrolcü
ihtiyaçlarını karşılamakta istekli hale getirebilecek başka şeyler öne çıkıyor.
Nüfus ve kimlik üzerinden toprakların kontrolü, işgali işgal gibi göstermeden
devlete stratejik derinlik kazandırma arzusu yerleşimcilere açılan hem siyasi
hem reel alanı bize açıklıyor. Ancak Tel-Aviv, konu ile ilgili BM ve BM
kurumlarının kararlarının farkında. Bu kararlar İsrail’e karşı uygulanıyor mu,
uygulanabilir mi- bu ayrı bir tartışma konusu ancak kararlar orada. İsrail bu
nedenle uluslararası toplumun, değişen konjonktürde Müslüman Dünyasının ve evde
Filistinlilerin, Hamas ve diğer örgütlü grupların İsrail’in işgal altındaki
topraklara yönelik politikasını sınamak, Dünya ve Araplar bu işten yoruldu mu,
direnecekler mi, tepki gösterecekler mi, nasıl gösterecekler görmek istiyor.
Böylece hem işgal altında tuttuğu topraklara yönelik siyasetini, yerleşimci
politikasını hükümetler üstü bir politika olarak normalleştiriyor, hem de bu
normalleşmeye bölgenin reaksiyonunun nabzını tutuyor, bu nabzı -bir hastanın
nabzını kaydeden doktor titizliği ile- kayıt altına alıyor.
Netanyahu sorunu
Bu sene İsrail
provokasyonunun farklı bir sebebi de mevcut. Bildiğimiz üzere Netanyahu
Hükümeti’nin bir sorunu var, İsrail’in de -işler çığırından çıktığı için- bir
Netanyahu sorunu var. Netanyahu’nun yargı reformu adı altında başlattığı
girişim İsrail’de bugüne kadar devam eden ve gittikçe odağı yargı reformundan
çıkıp Netanyahu Hükümetinin aşırı sağcı politikalarını eleştirmek olan
protestoları başlattı. Protestocuların, Huvara katliamını- ki
Filistinliler-yerleşimciler geriliminin üzerine oturuyordu- protesto etmesi, Ben
Gvir ve Smotrich gibi kimlikçi-militarist söylem benimseyen bakanlara karşı
seslerin yükselmesi önemliydi. Herzog’un devreye girmesi Netanyahu Hükümeti
içerisindeki unsurlara seslenerek yargı reformu için geri adım talep etmesi ve
Biden Hükümeti’nin Netanyahu’ya karşı soğuk bir tutum takınması önemliydi. Bu
gelişmeler, Netanyahu’nun elini hükümetinde de yer alan ve oy potansiyeli de
olan aşırıcı figürler karşısında zayıflatabilirdi. Bu nedenle Netanyahu, yargı
reformunu kısa süreli olarak ertelerken, bu tür toplumsal gerilimlerle baş
edebilecek Ben Gvir’in denetiminde yeni bir polis gücü oluşturmaktan, Likud’a
yüklenmeye devam etmeye bir tür “cepheleri sıklaştıralım” siyaseti benimsedi.
Protestocuları ve protestoların arkasında olduğunu düşündüğü iç ve dış güçleri
Netanyahu, “İsrail’in düşmanları için çalışmakla ve İsrail kanarken durumu
seyretmekle” suçluyor. Netanyahu’nun seçime girerken vaatlerinden birinin güvenliği
artırmak olduğu hatırlanırsa, İsrail’in kanadığını ve kendi ve koalisyon
ortaklarının kimlikçi güvenlik siyasetinde ne kadar haklı olduğunu içeriye ve
dışarıya göstermeye ihtiyacı var. Bu sağın liderliğini kimselere kaptırmamak
için de bir gereklilik.
İsrail’in zayıflığı
ortaya mı döküldü?
Ancak bu yılki tırmanmayı
sadece Netanyahu’nun ihtiyaçları ya da İsrail’in her seneki nabız yoklaması
çerçevesinde görmenin de mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Netanyahu
protestoları İsrail adına bazı nahoş gerçekliklerin altını çizdi. Bu nahoş
gerçeklikler, yine İsrail adına başka nahoş gelişmelerle üst üste bindi. İşte
bugün çıkan gerginlik ve bir tarihsel/kimliksel hikayesi de olan çatışma
dinamikleri içinde bu gerçeklikler, İsrail’in zayıflıklarını ortaya döken bu
gerçeklikler, görünmez hale getirilmeye çalışılıyor.
İlk nahoş gerçeklik,
İsrail’in ikiye bölünme hali. Elbette kutuplaşma günümüz dünyasında pek çok
aktör için geçerli bir husus. Aktörler kriz dönemlerinde bir şekilde
kutuplaşmayı aşabildiklerini, ya da kutuplaşmaya rağmen dayanışma
gösterebildiklerini ortaya koyarak kutuplaşmanın getirdiği zayıflık halini
dengeliyorlar. İsrail de durum bir yönüyle daha farklı zira bölünme-kutuplaşma
İsrail ordusunu etkiliyor. Hem İsrail’de bir toplum-ordu durumu olduğu için,
hem de İsrail kurucu eliti -ki bu elit İsrail solu idi- ve ordu arasında
kültürel bir bağ olduğu için. İsrail ordusu, toplum-elit, toplum-ordu
bütünleşmesi İsrail militarizminin bel kemiği. Protestolarla ortaya çıkan hava,
yedek kuvvetlerin celp kağıtlarını yakmaları, vicdani reddin dışında bir ret
hakkının kelimelere dökülmesi İsrail’in güvenlik kültürünün zayıflığını görünür
kıldı.
ABD’nin İran
politikası çökerken
Bu nahoş gerçeklikle adım
başı giden başka bir nahoş gerçeklik daha var. O da İsrail ve ABD arasında
işlerin çok iyi gitmediği gerçekliği. Bu gerçeklik aslında Netanyahu-Biden
çekişmesine indirgenerek görünmez hale getirilmeye çalışılıyor. Nitekim, Hamas
ve Hizbullah Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırıya karşılık verince Biden yönetimi
“İsrail’in yanındayız” mesajı verdi. Dolayısıyla işte deniyor; ABD ve İsrail’in
arasında hiçbir sorun yok. Oysa sorun
var ve bu sorun Trump ve Biden dönemlerinde İran nükleer meselesinin
halledilmemiş olması. İsrail, İran’ın nükleer eşikte bir devlet haline
geldiğini ve bunun bölgede bir nükleerleşme dalgası yaratabileceğini görüyor.
Riyad, çoktan Batı’ya ve İsrail’e kolay lokma olmadığını gösterme derdine düştü
bile. Çin ve Rusya ile gerçekleştirdiği işbirlikleri nükleer işbirliğini de
kapsıyor. Üstelik, güzel bir kılıf da hazır- hatta Çin tarafından hazırlandı:
Riyad ve Tahran el sıkıştırıldı. Havada çatışmasızlık kokusu varken (son
haberlere göre Yemen’i de kapsayacak) bu tür işbirliklerine zemin hazırlamak
daha kolay elbette. Gidişat, kötü senaryo olursa İsrail bölgedeki nükleer
tekelini kaybeder- ve belki kaybetti bile. Dolayısıyla nükleer belirsizlik
politikasından vaz geçme sinyalleri verebilir. Hatırlanacaktır, “Netanyahu’nun
nükleer silahları kontrol etmesinin ne kadar tehlikeli olduğunu” geçtiğimiz
günlerde Ehud Barak ağzından kaçırıverdi (!). İsrail’in her hangi bir barış
süreci ve bu süreçle ilişkili silahsızlanma görüşmeleri/pazarlıkları olmadan
geleneksel politikasından dönmesinin bedelleri olabilir, daha ötesi bölgede
mutlaka ABD’nin hiç hoşlanmayacağı yansımaları olur.
Şimdilik İsrail,
geleneksel şiddet üzerinden nabız yoklama siyaseti dahilinde hem Netanyahu’nun
hem Netanyahu faktöründen bağımsız İsrail’in sorunlarını perdeliyor, kuvvetini
görünür kılması gerekirse diye işte düşmanlar kapımızda diyor. Ama unutulmamalı
perdeler, duvarlar gibi değildir, arkasında neyi gizlediğini daha kolay açık
verir.