İnsan ve alem ilişkisini maddeye indirgemekle kalmadık.
ENSTRÜMAN VE ÇOCUK
Yeni sezon planlarınızın içine mutlaka çocuklarınıza bir müzik aletini öğrenmesini ekleyin. Önemli olan virtüöz olması değil. Eşya ile temasın müzik gibi anlamlı bir birliktelikten başlarsa çocuk elindekilerin değerini daha fazla anlar. Enstrüman öğrenmek sabrı, sevgiyi ve mücadeleyi öğretir. Bir de güzel sanatların içinde farklı bir keşif duygusunun peşine düşmenin güzelliklerini yaşar. Keşke klasik müziğimizin eğitimini basit düzeyde de olsa müfredatta verebilsek. Bunun sonucunda daha sakin, huzurlu ve naif bir nesil gelecektir. Ama bunu ders olarak değil severek yapacağı bir etkinlik şeklinde ifa edilmesi güzel olacaktır. Osmanlı döneminde her evde kız, erkek çocukları bir saz çalmasını öğrenirlermiş. Sebebi hikmeti mutlaka vardır.
MADDE BAĞIMLILIĞI
İnsan ve alem ilişkisini maddeye indirgemekle kalmadık. Madde dediğimiz en basit parçası olan eşyanın varoluşunu dahi dünyaya hapsettik. Sonuç koca bir yalnızlık, hüsran ve isyanla baş edemeyen ilaçlar dolusu bir hayat. Hakikat dediğimiz şey bizden önce ahirete intikal edenlerin geride bıraktıklarına ibretle bakabilmektir. Ne eşya gidene ait ne de eşya ahiretin bir parçası. Sadece insanlığımızı sınayan bir araç.
Eşya ile imtihanımız
Ne çok şeye ihtiyacımız var öyle değil mi? Bize hizmet edecek makinalar. Bizi alımlı gösterecek giysiler. Statü gösterecek arabalar, evler, markalar ve daha neler neler. Varlık iddiamız var ve bunu da eşyalar üzerinden gösteriyor olmamız ne acı. Eşyamızın başına bir şey geldiğinde canımız acımış kadar feryat ediyor olmamız da bu acı görüntümüzün bir kanıtı. Elimizdekilerle yetinemeyip daha fazlasını ve daha iyisini talep etmek ve bu uğurda kendimizi telef etmek ne acı. Eşyamız çoğaldıkça imtihanımızın da çetinleştiğini görebilseydik eğer daha fazla talep eder miydik?
Eşyalara anıları hapsetmek
Ne ağırdır onca eşyanın yükünü çekmek! Bir türlü atılamayan bize güya hizmet edecekken bizden hizmet isteyen eşyalar başımıza ne büyük işler açarlar. En çok da hatıralar atfedilir eşyalara. Zihinlerde saklanamayan, hatırlanmak istenmeyenler eşyalara yüklenir. Onca hatıraların ağırlığını taşıması beklenir eşyalardan. İnsan bilgisizce ve zalimce davranmasaydı eşyanın bir yük taşıyamayacağını bilir ve kendine azap etmekten korkardı. Ahiretini eşyaya feda etmez Allah’a ibadet edercesine yaşardı.
Dünyevileşmek
Maddeyle bağımız kuvvetlendikçe kendimize yabancılaşırız. Kendimizi unutur maddenin esiri oluruz. Madde için harcadığımız zamanı geri getiremeyiz ama ruhumuza yaptığımız her türlü yatırımın geri dönüşümünü alırız. Kendini insanların, doğanın hizmetine yardımına adamış gönüllü insanlara bir bakın taşıdıkları kıyafetlerin renklerinde, duruşlarında aşırılık, fazlalık bulamazsınız. Bu sadece küçük bir örnek. Dünyevi arzu ve isteklerimizden kurtulabilmek için eşya ile ilişkimizi tekrar gözden geçirmek zorundayız. İhtiyacımızdan fazlasını vererek feda edemiyorsak tehlike çanları çalıyor demektir. Evinde sürekli tadilat yapıp, eşya alıp orası burası ile sürekli oynamak ruh sağlığımız hakkında ipuçları veriyordur. Cep telefonuna delicesine bağımlı olanlar veya arabasıyla aşk yaşayanlar, her şeyi yerli yerinde olmadan yaşayamayanlar.. Eşyalarla bağlantısını bu derece ilerletmiş olanların hayatta mutlu olmalarını beklemek saflıktır.
Maddenin varlığı
Tüm bu yazımızın sonucunda eşyanın varlığını inkâr ettiğimiz anlamını çıkarmamalıyız. Eşya insanın hizmetkarı olduğu sürece hak yerine gelmiş demektir. Ancak eşyaya gereğinden fazla anlam yüklediğimizde insanın esas varoluş gayesinin, eşyaya hizmete dönüşeceğinden endişe ettiğimizdendir tüm bu sözlerimiz. Sade bir hayat, yerinde ve kararında bir ömürdür dilediğimiz. Daha da ötesi şuur içinde bir biliş ve yaşayışa ihtiyacımız var. Zira dünyaya ebedi gelmedik. Ruhumuzu yaratıcının frekansına bağladığımız zaman mutlu ve huzurlu olduğumuzu biliyorum. En azından kendi adıma konuşabilirim.
AĞAÇ SEVGİSİ
Ne zaman büyük bir ağaç görsem yolda, yamaçta ya da kırın ortasında, kutsal bir hüzün çöker çocukluk anılarımda. Bir hüzünlü tebessüm, inan hala yaşatıyorum masum anılarımda. Düşünün asırlık çınar ağaçları hala dimdik ayakta hemen oracıkta. Binlerce kuş cıvıldaşıyor ulu ağacın başında. Yazın ortasında, öğlenin cavcavında yanıyor bütün ova ve doğal bir serinletici klima, ovanın tam da ortasında. Yolcular yiyor, içiyor, uyuyor, uyukluyor velhasıl konaklıyor ağacın altında. Bir de varsa adsız çeşmesiyle, buz gibi karpuzu bölersin ikiye. Yarısı sana, yanrısı bana. Adil isminde bir akadaşım vardı, aslında ismi Ömer Adil'di. "Adil karpuzu yarım dil" dediğimde, çok hoş gülümserdi. Ihlamur ağaçlarının altında yürüdünüz mü hiç? Cennet kokularını içinize çektiniz mi hiç? İşte hayat budur dediniz mi hiç? Ağaçlara kalp çizen birini gördünüz mü hiç? Neden esen rüzgâr ağaçları öper de geçer? Dalları ve yaprakları sever de geçer? Ömür bir nefes alıp vermekse eğer ağaçların hayatımzdaki değerini bilmek gerek. Bir orman yangını duysan ciğerin yanar. Ulu bir ağaç yüz yılda yetişirken bir saatte yanıp kül oluyorsa eğer, kıyamet kopuyor demektir. Dileğim; uçsuz bucaksız bir kırın ortasında, kocaman bir ıhlamur ağacı. Gölgesinde bir kır evi, dibinde bir kuyu olsun isterim. Görsel bir senfoni; laleler papatyalar açmış her tarafta. Mutluluk bu; kuş sesi, çıkrık sesi ve huzur kelebek sessizliği.
BAVULA KAÇ PARÇA SIĞAR?
Tatile giderken bavulunuzu tıka basa doldurup sonrada beş, altı giysi dışında bir şey kullanmayanlardan mısınız? Ama artık bunu öğrendiğinize göre az parça eşya ile büyük mutluluk ve zaman kazanabileceğinizi de biliyor olmalısınız. Ama benim gibi çok az eşya alıp da spor ayakkabılarınızı unutmayın sakın. O yüzden en iyisi bir liste çıkarmak. Nasıl olsa havalarda sıcak kirlenen giysilerinizi elde yıkayıp asabiliriz. Zaten en fazla bir saat içinde kuruyor. Tatili yük olmaktan çıkarıp keyif almayı sağlamak lazım.
SAHİL KASABALARIMIZDA TEMİZLİK
Denizlerimizdeki mavi bayrağın anlamı: Temizlik deniz. Mavi bayrağı gördüğümüz yerde güvenle denize girebiliyoruz. Tekirdağ Şarköy’de sahillerimizde mavi bayrak dalgalanıyor. Denizlerimiz tertemiz. Ancak kara için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tam sezon olan temmuz ve ağustos aylarında her köşede çöpleri temizleyen işçileri görmemiz gerekirken ancak akşamları çöpleri toplamak için gezen kamyonlar var. Şu aralar çok kalabalık olduğu için çöp konteynerleri yetmiyor ve sağa sola dökülen, taşan çöplerden ortalık çok sevimsiz gösteriyor. Siteler bakımsız. Bina sıvaları çok yerde dökük. Balkon demirleri genelde eski, paslı. Duvar kenarları otlar bürümüş. Bir yazlık beldeye hiç yakışmıyor. Bu manzara bana eski Türkiye’yi, 70’leri anımsatıyor.
PAZARDA İRFÂNI GÖRMEK
Yine bu temmuz ayında Tekirdağ’ın yazlık ilçesi Şarköy’deyim. İstanbul’dan uzakta küçük yerlerde en sevdiğim şey pazarları gezmek yerel üreticilerle muhabbet edip, onlardan alışveriş yapmaktır. Pazarda en gariban en köşede duran amcaları, teyzeleri seçiyorum. Elleri nasırlı, toprak kokan, fedakâr çiftçiler çok değerliler benim için. Pazarda karpuz arıyordum. Sekiz, on karpuzu yere sermiş bir kadına doğru yönlendim. Genç oğlu merhaba dedi. Tabii Trakya şivesi ile. Ben hangisi güzeldir acaba diye bakarken genç bana: “Şöyle bir göz at abla. Hangisi ile göz göze gelirsen onu al." dediği gibi de yaptım. Birbirimize teşekkür edip karpuzumu yüklendim. Yolda şuncacık cümle için bir kitap yazılır dedim kendi kendime. Göze göze gelmek nasıl bir irfanın anlayışı ki bu genç derinini bilse de bilmese de lügatine geçmiş. Bir karpuzu seçerken nimet ile göz göze gelmenin hikmetine inanıyor. Bunun sıradan bir inanış olmadığını da biliyoruz. Bu inanışın altında derin bir inanma ve anlama modeli var. Her şeyi kitaplardan öğrenecek değiliz ya!