Bugün dünyada ve Türkiye'de siyasetin değişen kutuplarından bahsetmek istiyorum.
Bugün 25 Nisan 2022 babam Şenol Demiröz’ün vefatının ikinci sene – i devriyesi. İyi bir belgesel yönetmeni, eski kuşaktan namuslu bir bürokrat ve sağlam bir milliyetçi entelektüel idi. Her geçen gün onu daha bir hasretle arıyorum. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun.
***
Bugün dünyada ve Türkiye’de siyasetin değişen kutuplarından bahsetmek istiyorum. Bizler, 40 yaş ve üstündekiler, dünyayı halâ daha soğuk savaştan kalma kavram ve ilişkilerle açıklamaya çalışmaktayız. Bundan şikâyetçi olan ben bile, halâ daha, bu kavramlarla düşünmekteyim.
Soğuk Savaş döneminde oluşan siyasi yapı sağ – sol çelişkisi üzerinde yükseliyordu. Bu da, esas olarak, iktisadi sistemin doğası hakkında farklı görüşlere ve üretilen gelirin paylaşılması üzerine oturtulmuştu. Bahsettiğimiz bu siyasi yapının ana sebebi, bir tarafta Sosyalizmin diğer tarafta Liberalizmin bulunduğu, iki farklı ideolojik kutuptu. Soğuk Savaş döneminde milliyetçilik ve vatanseverlik gibi kavramların içi boşaltılmış, içinde bulunulan ideolojik kutup gereğince yeniden anlamlandırılmıştı. Örneğin NATO Paktında yer alan ülkelerde milliyetçilik ve vatanseverlik komünizm ve devletçilik karşıtlığına indirgenmekte iken, Varşova Paktı ülkeleri için vatanseverlik ve milliyetçilik Batı emperyalizmine ve liberalizmin bencil bireyciliğine karşı olmak olarak anlaşılmaktaydı. O dönemden kalma sağ anlayışa göre CHP de dahil olmak üzere bütün sol siyasi hareketler Rusya ve Komünizm yandaşı vatan hainleriydi. Solculara göre ise sağcılar Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi ve tetikçisi idiler. Yani, aslında, 1950 – 1990 arasındaki kırk yılda Soğuk Savaş dünyasında ideolojiler kendi özgün değerlerine göre değil ama onları temsil eden süper gücün jeo-politik stratejilerine göre tanımlanmıştı. Böylece temel değerlerinden yabancılaştırılmış ideolojilerin tanımladığı ve beslediği bir propaganda etrafında iki süper gücün çatışan çıkarları dünya siyasetini belirlemekteydi.
Soğuk Savaş sonrasında 1990 – 2000 arası 10 yıllık bir geçiş dönemi oldu. Bu geçiş dönemi aynı zamanda Beşinci Kondratieff Dalgası ile tanımlanan dijital teknoloji çağının da başlangıcına denk gelmişti. Hayatlarımızda, o güne değin tahayyül dahi edemeyeceğimiz değişiklikler yine hayal edemeyeceğimiz bir hızda gerçekleşmekte idi. İletişim devrimi; bilgisayarlar, cep telefonları ve internet; iletişimin, ulaştırmanın, haberleşmenin ve borçlanmanın ucuzlaması… Bu teknolojik değişiklikler, Sovyetlerin yıkılması ile birlikte dünyada iktisadi sistem farklarının ortadan kalkması ile birleşince, geçici bir dönem için ABD hegemonyasında bir “Tek Kutuplu Dünya” düzeni ortaya çıktı. Teknolojik imkânlar, bütün ülkelerin liberal sistem içine dahil olması ile açılan yeni pazarlar, gelişen finansal teknoloji ile artan kredi imkânları… Bütün bunlar Küreselleşme Sürecini tetikledi. Bu süreçte Atlantik merkezli emperyalist gücün temsilcisi kurum ve çevreler tarafından eski komünist ülkelere ve bizim gibi gelişmekte olan ülkelere üç yapısal reform önerildi: Demokratikleşme, özelleştirme, finansallaşma. Demokratikleşme ile milli devletlerin kendi ülkelerindeki egemenliklerini sağlayan araçların kırılması amaçlanmakta idi. Böylece oluşan küresel sermaye (aslında küresel denilen başta ABD olmak üzere emperyalist Batı ülkelerinin sermayesi idi) hiçbir engele takılmadan milli devletlerin koruduğu kaynak ve pazarlara ulaşabilecekti. Özelleştirme, bütün bu sayılan ülkelerde tarihsel süreçte oluşmuş kamu varlıklarının (fabrikalar, rafineriler, limanlar, tersaneler, madenler, ormanlar, tarihsel abideler ve benzeri) elden çıkarılıp küresel sermayeye devredilmesi anlamına gelmekteydi. Bütün bu süreçte, övünerek belirtebiliriz ki, özelleştirmeyi hakkıyla ve hiç tereddüt etmeden uygulayan ülke Türkiye’dir. Üçüncü olarak da finansallaşma reformu gelmekteydi. Bu da aslında ülkelerin içinde yabancı spekülâtörlerin, uluslararası tefecilerin ve küresel rantiyelerin rahatlıkla iş yapabilmesinin önünü tıkayan engellerin kaldırılması, ülkelerin sınırsız bir şekilde yabancı sermaye hareketlerine açılması olarak anlaşılabilirdi. Bu konuda da, Türkiye, küresel işbölümünde üzerine düşen vazifeyi (yani Türk halkını resmi ve özel yollardan yabancı tefecilere borçlandırmayı) bihakkın yerine getirmiştir, berhudar olabiliriz!
2008 krizi ile birlikte o zaman ki dünya sisteminin boyaları döküldü, temellerinde çürüme başladığı görüldü. Ne ABD tek kutuplu dünyada Tek Süper Güç rolünü yeterince getirebiliyordu, ne küreselleşme vaat edildiği gibi ülkeler arasındaki servet ve gelir farklarının kapanmasına neden olmuştu ne de istikrar ve güven tesis olmuştu. 2008 Krizi mevcut Neo-Liberal ekonomi politiğin bütün kavramlarıyla çöktüğünü simgelemekteydi. 2008 Krizi sonrasında dünyada siyasetin yönü de değişmeye başladı. Artık tek kutuplu bir dünya değil ama çok kutuplu bir dünyanın olacağı yönünde bir konsensüs oluşmuştu. Bu çok kutuplu dünyanın temeli ise ideolojik farklılıklar değildi. Coğrafi bölgelerin her birinde oluşturulmaya başlanan bölgesel ticaret ve yatırım alanlarının her biri (AB, NAFTA, ASEAN, MERCOSUR ve Shanghay İş Birliği Örgütü gibi) aslında kutuplardan birinin temel altyapısını oluşturacaktı. Aynı zamanda bütün dünyada egemen siyaseti oluşturan neo-liberalizme karşı dış ticarette korumacı, ekonomide müdahaleci ve kalkınmada planlamacı bir anlayış tekrar yükselmekteydi. Bu politikaların uygulayıcısı da, kaçınılmaz olarak milli devletler idi. İşte 2008 Krizinden sonra bütün dünya siyasetinde oluşan temel çelişki bu gelişmelerden etkilenmiştir: Küreselcilere karşı milliciler (ulusalcılar).
TÜRKİYE’DE KİMLER KÜRESELCİ?
Bu soruya cevap olarak bir isim listesi vereceğim zannedilmesin. Ben sadece küreselci ve millici genel karakterlerini çizeceğim. Kimin ne kadar bu kriterlere uyduğunu herkes kendisi hesaplasın.
Türkiye’deki küreselcilerin genel siyasi duruşlarını iktisadi, idari, kültürel açıdan ele alalım. İlk önce iktisadi açıdan küreselci karakterini ele alalım. Türkiye’de küreselci olan insanlar (ta Prens Sabahattin’den beri) serbest piyasa ekonomisini savunurlar. Bu serbest dış ticaret uygulamalarını yani milli ekonominin dış rekabete karşı korumalarının kaldırılmasını, özelleştirmeyi yani devletin ekonomi içinde payının azaltılmasını mümkünse sıfırlanmasını, yabancıların serbestçe arazi, işyeri, fabrika ve vatandaşlık alabilmelerini ve dış borca dayalı tüketimi savunurlar. Doğal olarak yabancı firmaların Türk piyasalarına hâkim olmasına da karşı değildirler.
İdari meseleler açısından Küreselci bireyler devletin merkezi otoritesinin zayıflatılmasını, gücün yerel yönetimlere devrini hatta bir nevi federal yönetimlere dönülmesini, ordunun küçültülmesini, merkezi, polis teşkilatı, sağlık ve eğitim teşkilâtlarının lağvedilip bunların yerel yönetimlere devrini savunurlar. Bununla birlikte başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist devletlerle yakın ilişkiyi, uluslararası hukukun milli hukuka üstünlüğünü, Batılı ortaklarımızla çıkar çatışmasına girildiğinde gerekirse milli davalarda taviz verilmesini (Kıbrıs Meselesi, sözde Ermeni Soykırımı ve benzeri), ülkeye demokrasinin gelebilmesi ve insanların daha medeni olabilmesi için Batı’nın gözlem ve denetiminde olmamızı kabul ederler. Onlar için Türkiye’nin geri ve fakir kalmasının sebebi bizatihi Türk Devleti’dir.
Kültürel açıdan küreselci arkadaşların ajandasında temel kural Batı kültür ve medeniyetinin (Böyle bir kültür ve medeniyet var mı?) tam olarak kabulü, içselleştirilmesidir. Medeni olmanın yolu tam olarak Batılı gibi olmak, Batılı gibi yiyip içmek, Batılı gibi yaşamaktan geçer. Bu gayenin önündeki en büyük engel de Türk kimliği ve İslâm inancıdır. Bazı azgın küreselciler için İslam dini bütün yapı ve kurumlarıyla ilerlemeye engeldir. O yüzden İslâm terk edilmeden “çağdaş” olunamaz. Ancak bu azınlık küreselci görüşüdür. Çoğunluk küreselciler, İslam dininin ve Türkiye’de İslami yaşamın Batı’nın çağdaş normlarına göre reforme edilmesi, çağdaşlaştırılması ve güncelleştirilmesi gerektiğini söylerler. Bu küreselci arkadaşların kültürel olarak savunduğu başka bir nokta da Türk kimliği ve kültürünün suni bir kültür olduğu, aslında Türk kültürü ve Türk kimliği diye bir şey olmadığı, esas var olanın yerel aşiretlere ve cemaatlere dayalı çok kültürlü ve çok etnikli bir yapı olduğudur. Kendimden örnek verecek olursam: ben Adapazarlı’yım, Oğuzların Kayı Boyu Manap Aşiretindenim ki, yerel dilde Manav olarak biliniriz. Küreselcilere göre ben Türk değilim, ama Manavım. Onlara göre bizim köylerde konuşulan dil de Türkçe değil, ama Manavcadır. Bütün bu çok kültürlü ve çok etnikli kimliğin aynı zamanda çok cinsiyetli olması ve eşcinsel haklarının savunusunu da dahil etmesiyle birlikte evrensel dünya vatandaşlığına giden yolda önemli bir mesafe kaydetmiş olacaklarını söylemektedirler.
Pekiyi milliciler kimlerdir? Küreselcilerin tersidirler: Ekonomide korumacı, müdahaleci ve planlamacı bir vizyonla, tüketimi ve borçlanmayı değil yatırımı ve üretimi teşvik etmeyi savunurlar. Milliciler için hem iktisadi hem idari hem de kültürel bağımsızlık önemlidir. Eğitim, sağlık, savunma, tarım milli hedefler doğrultusunda yönetilmelidir. Bunun için devlet teşkilatı milli, üniter ve sosyal devlet ilkelerine göre yeniden şekillendirilmelidir. Dünyada Batı ve diğer güç odaklarıyla eşit ve dengeli ilişkileri savunurlar. Milliciler için İslam Anadolu’da Türklerin 1000 yılda oluşturdukları anlayışa uygun, geleneği ve göreneği yaşatacak otantik haliyle korunmalıdır. Türk kimliği ise vatandaşlıkla belirlenir, Türk kimliği haricinde herhangi bir dini ve etnik kimlik devlet nezdinde kabul edilemez. Türk toplumunun genel ahlak anlayışına uymayan bir takım alternatif yaşam tarzlarının da korumaya alınması asla düşünülemez.
Sizi bilmem, ama bu tanımlara göre, ben milliciyim. Siz ne dersiniz: Küreselci misiniz, millici misiniz?