Şehir merkezine daha önceki araba ile ulaşma tecrübelerim, zihnimde bu çabayı işkence kelimesi ile özdeşleştirme eğiliminde.
Bu acıdan kurtulabilmenin en iyi alternatifi metro. Trafiğin o stresini çekmeden, yol boyunca birşeyler okuyarak veya müzik dinleyerek geçen zaman dinlendirici bile denebilir. Geçen hafta yine böyle bir dinlenme seansı için durağa vardım, müziği ayarladım, okuyacağım metni de telefonda açtım ve treni beklemeye başladım.
Uzunca bir zamandır metroda kafamı kaldırıp etrafımı incelememiştim. Kulaklığı çıkardım, telefonu da çantama attım ve etrafa bakınmaya başladım. Bir kaç teyze dışında hemen herkesin başı ekranlarına dönmüştü. Tren gelip de insanlarla omuza omuza kalınca, itiraf ediyorum, insanlar nelerle meşgul diye ekranlara göz atmaktan kendimi alamadım. İnternet olmadığı için muhtemelen, ağırlıklı olarak oyun oynayanlar, müzik dinleyenler… Kadıköy ana durağa varıp da internet çekmeye başlayınca ise hepimizin malumu klasik sosyal medya aktiviteleri de cep telefonu aktivitelerine eklendi. Bitmek bilmez bir enerji ihtiyacı!
Cep telefonundan tablet bilgisayara, elektrikli otomobilden günlük hayatta kullandığımız bir çok araç enerji ihtiyaçlarını pillerden karşılıyor. Çin Endüstri ve Bilgi Teknolojileri Bakanlığı’nın 2020 yılı itibariyle beş milyon elektrikli aracın piyasada olacağını duyurmasını müteakip analistler mevcut üretim hızı ile 2020 yılında herhangi bir kural ya da kanuna gerek kalmadan zaten 5 milyondan fazla aracın Çin piyasasında olacağını öngörmekte. Elon Musk’ın öngörüsü ile “Pil endüstrisi büyük ihtimalle araba endüstrisi kadar büyük bir iş olacak.”
İşte büyük bir iştahla kurcaladığımız bütün bu cihazların enerji kaynağı olan pillerin en kritik hammadelerinden birisi kobalt. Pillerde çok daha iyi bir performansa neden olduğu gibi aynı zamanda güvenlik gerekçeleriyle de bütün pillerde en az yüzde 10 bulunmak zorunda. Son derece stratejik bir ürün olan kobaltın ana kaynağı Demokratik Kongo Cumhuriyeti. Dünya’da varolduğu tahmin edilen kobalt rezervinin yarısı burada. Zaten halihazırdaki arzın da yaklaşık yüzde 60’ını Kongo sağlıyor. Tabi ki en büyük pay uluslararası bir maden şirketinde. Dünya arzının yüzde 29’u!
Demokratik Kongo Cumhuriyeti, yaklaşık seksen milyon insanın yaşadığı, Türkiye’nin üç katı kadar toprağa sahip bir Afrika ülkesi. 1885’deki Berlin Konferansı’nda sömürgeci Avrupalı devletler, Kongo adlı bu ülkeyi 1865 yılında tahta geçen Belçika Kralı 2. Leopold’a, şahsi malı olarak verdiler. Amaç, yerli halkların yaşam kalitesinin artırılmasıydı. 2. Leopold Hazretleri, kayıtlara göre 10 milyon (yazı ile “on milyon”) insanı katlederek emanete sadakatini gösterdi. Katlettiği insanların sayısı, Hitler delisinin katlettiğinden daha fazla olmasına rağmen, bununkiler zenci olduğu için popülaritesi Hitler’in popüleritesinin yanına bile yaklaşamadı. 1908’de memleketi hazretin elinden zar zor aldılar ve çok daha makul bir sahibe, herifin kralı olduğu Belçika’ya verdiler. Daha da geçmişinde Arap köle tüccarlarının hammadde ihtiyacının bir kısmını karşılayan bu topraklar, Belçika yönetimi altında nasıl bir haldeydi, detaya çok gerek yok.
Günümüzde, son derece ilkel şartlarda, küçük çocukların bile saatlerce çalıştırıldığı madenlerden çıkarılan kobaltın en büyük müşterisi küresel dev markalar. Her ne kadar, bu gayri insani madenciliğe ilişkin çıktıları hammadde olarak kullanmadıklarını beyan etmiş olsalar da, toplam kobalt arzındaki Kongo’nun payına baktığınızda bu çok inanılası bir beyan değil.
Bir çok devlet kuruluşu ve küresel şirket bir araya gelerek Global Battery Alliance – Küresel Pil İttifakı – adlı bir yapı oluşturdular ve el atmayı taahüt ettikleri konulardan birisi de bu sömürü düzeni. Aynen sömürgeci devletlerin 1885 yılında Belçika Kralı 2. Leopold Hazretlerine, yerlilerin yaşam şartlarını iyleştirsin diye Kongo’nun tamamının şahsına verilmesindeki iyi niyetine çok benzer bir iyi niyetle.
Bu sefer niyetlerin sahih olduğunu umalım. Nitekim dünyanın artık ‘’size medeniyet getireceğiz’’ diyerek sömürülecek gerçekten bir yeri kalmadı. Ancak, bu sadece dev şirketlerin insafına bırakılacak bir durum değil. Bizim de tüketiciler olarak tükettiğimiz her ürünün elimize ulaşıncaya kadar şahit olduğu dramları bilmemizde büyük fayda var. Mesele parasını verdim aldım meselesi değil, mesele ürünlerin hikayelerinde. Biz bu hikayelere özen göstererek tüketirsek, kim bilir, belki bir gün dünyanın başka bir yerinde birisi, bizim hikayemizi barındıran bir ürüne biz gibi yaklaşır.