Üniversite yıllarımda bir şirketin dış ticaret departmanında çevirmen ve iş mektuplarını yazan personel olarak çalışmıştım.
TSE belgesi olan şirket için bir zaman sonra gereksiz bir külfet hasıl oluvermişti. ISO belgesi edinmek gerekiyordu! ISO Belgesi olmayan bir şirket için ihracat yapabilme imkanlarının oldukça kısıtlı olacağı konuşuluyordu.
Bir kaç toplantı yapıldı, bir iki yemeğe gidildi. ISO Belgesi alındı! Yaşasın, artık şirketin ürünlerinin uluslararası ölçekte son derece kaliteli olduğu belgelenmişti! İhracatın önü açılmıştı.
ISO belgesi ile bir şirketin ürünlerinin kalitesinin tanımlanmasından öte, bu ürünü üreten şirketin satın alma operasyonlarından, pazarlama süreçlerine, ürünün kalite kontrol planlamasından, insan kaynakları yönetimine ve müşteri memnuniyetine ilişkin yapılan çözümlemelerine kadar uzanan bir yelpazede şirketin yönetim kalitesinin standartlarının oluşturulmasının ve iyileştirilmesinin sertifikalandırıldığını çok sonra öğrendim. ISO ürünün kalite belgesi değil, ürünü üreten şirketin kalite belgesiydi.
Patronun yeğeninin bir tanıdığının koordinasyonunda edinilen belge şirkette yönetimsel kalitenin artışı bağlamında ne gibi gelişmelere neden oldu, sonraki aylarda ben bir fark göremedim. Bireysel olarak tek faydam, Florya’da bir ocakbaşında yenilen yemeğin eşsiz lezzetiydi. Tadı hala damağımdadır.
Bir çok işletme, işletmenin faaliyet gösterdiği ticari alanda ticari aktivitelerine devam edebilmesi ya da piyasada daha fazla pazar payı alabilmesi için ihtiyaç duyduğu belgeleri çoğunlukla gereksiz bir yük olarak görme eğiliminde. Oysa adı ISO ya da başka bir belge, bu belgelerin verilmesini temin edecek süreçler şirketler için son derece rekabetçi ve her an hiç beklenmeyen yıkıcı bir teknoloji ile köklü yapısal değişimler geçirme potansiyeli barındıran piyasalarda uzun süre kalıcı olabilmek için gerekli iyleştirmeleri barındırıyor. Dolayısı ile küreselleşen piyasada uzun süre kalabilmek için belgelerin ocakbaşında edinilmesinden ziyade, belgelerin edinilmesini temin edecek süreçlerin içselleştirilmesi ve tatbiki esas mesele.
Bilindik hikayedir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethinden bir zaman önce bir gün tebdil-i kıyafet pazarda gezerken bir dükkana girer. Başlar siparişleri yağdırmaya. Dükkan sahibi bir müddet sonra: ‘’Beyim’’ der. ‘’Benden yeteri kadar alışveriş yaptın. Yan komşum siftah bile etmedi. Var, biraz da ondan alışveriş et.’’ Bunun üzerine Fatih lalasına döner ve ‘’ Bu milletle değil İstanbul’u, dünyayı fethederim ben!’’ der.
Menkibe ne kadar yaşanmış bir gerçekliğe dayanıyor, bilemiyorum. Ancak bugün bizde edebiyat olarak kalan sosyal sorumluluk bilincinin küresel standartları 1970’lerin başında ABD’de Sullivan Prensipleri olarak ilk defa kullanıma girdi. Leon Sullivan tarafından oluşturulan prensipler, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde (GAC), zamanında uygulanan ırkçı yönetim anlayışına göre yönetilen GAC şirketlerine yapılan Amerikan yatırımları için bir standart haline geldi. ABD yönetimi Sullivan Prensipleri bağlamında GAC’de yapılan Amerikan yatırımlarını incelemeye aldı ve zamanında GAC’nden bu bağlamda ciddi bir Amerikan sermayesi çıkışı yaşandı.
Temelleri 1970’lerin başında atılarak bugün ESG – Enviroment Social Governance (Çevre Sosyal Yönetişim) olarak belirlenen ve kriterleri her geçen gün daha da netleşmeye başlayan bir süreç yaşıyoruz. Yatırımcı sermaye sahipleri artık sadece benim parama en fazla kim kazandırır ilkesi ile hareket etmiyor. Yatırım yapacağı şirketin çevre duyarlılığı, insan ve hayvan hayatı ve yaşam kalitesinin önceliği ve şirketin ne kadar adil ve demokratik bir şekilde yönetildiğini de göz önünde bulundurarak yatırım yapıyor. Misal son derece karlı görünen bir kömürden enerji üretim tesisi sırf karlı diye yatırım alamayabiliyor.
Bugün için daha çok yatırımcıların yatırım kararlarında etkili görünen ESG standartlarının yarın yatırım kararlarından ziyade, son tüketicinin bir mala olan talebini belirlemede önemli bir standart olarak hayata geçme olasılığı son derece yüksek.
Bir çok belgenin kolaylıkla edinildiği piyasalarda, bu belgelerin şirketlerin kalitesi anlamında ayırt edici bir özelliği göstermediği aşikar. X bir ürünü, çalışanlarına insanca bir yaşam sunup çevresel faktörleri önceleyen bir vakıf şirketi de üretebiliyor, işçilerine köle muamelesi yaparak çevresel hiç bir faktörü göz önünde bulundurmayan bir patron şirketi de. ESG, bu ikisi arasındaki kalite farkını belirleyebilir.
Dünyadaki ticari rekabette yıllara sari olarak gerileyen Batı dünyası için ESG küresel yeni standartlar olarak belirlenebilir. Kendi kişisel çıkarından ziyade dışsal faktörleri önceleyen ve tarihimizde de yerini bulan bir anlayışın bir standart haline gelmesinin insanlık için ileriye doğru atılmış bir adım olacağı muhakkak.
İşin özü: Gelecek diye beklediğimiz ve geldiğinde şoklar geçirerek adapte olmaya çalıştığımız bir çok yenilik aslında tarihimizde var. İş ki bunları sadece edebiyat olarak algılamayalım. İş ki, geçmişin güzelliklerini bugünün insanına sunabilecek sistemleri ve önerileri biz sunabilelim.
Saygı duyulan devlet olmak devletin ali menfaatlerini korumanın yanı sıra, ancak insanlığa katkı yapmakla mümkün. Bu katkılar için tarihimizi referans olarak alıp günümüz ekonomik koşullarına göre modeller geliştirerek dünyaya önermek bir hayal değil, bir görev olarak önümüzde duruyor.