"Boykot edilen bir ulus, teslim olmaya teşne bir ulustur.
Barışçıl, sessiz ve ölümcül ekonomik bu çözümü uygulayın ve askeri güç kullanmanıza gerek kalmasın. Boykot edilen ulusa ait bireyler dışında kimsenin hayatına mal olmasın ve fakat bana göre, hiç bir modern ulusun dayanamayacağı bir baskı oluştursun.”
Woodrow Wilson, 1919 (ABD Başkanı)
Meşhur Wilson İlkeleri’nin de müellifi olan ABD Başkanı’nın 1919 yılında sarfettiği bu sözler, 1900’lü yılların başında küreselleşmemiş bir dünya için anlamlı olabilirdi. Oysa günümüzün küreselleşmiş dünyasında, global denklem içerisinde önemsiz gibi görülebilecek bir ülkedeki beklenmedik bir kriz, çok daha büyük ölçekli küresel krizleri tetikleyebiliyor. Dünya ekonomik dengeleri, kuyumcu terazisi hassasiyetinde ele alınmayı gerektiriyor.
Eknomik yaptırımlar ve kısıtlamalar jeo-ekonominin ana araçlarından bir tanesi ve ülkeye girişte sağlık kontrollerinin sıkılaştırılmasından, tam anlamlı eknonomik blokaja uzanan bir yelpazede ele alınabiliyor. Ancak yaptırımı uygulayan ülke açısından yaptırımın etkinliği, yaptırım uygulanan ülkenin büyüklüğü ve kapasitesine bağlı.
Avusturya’da, bir zamanlar süt ihracatının çok büyük bir kısmının Rusya’ya yapıldığını öğrenmiştim. Rusya Avusturya’dan o kadar çok süt ithal ediyordu ki, süt üretimi Avusturya için önemli bir üretim kalemi haline gelmişti. Ancak daha sonra ABD Rusya’ya ambargo koyunca Avusturya hükümeti de bu ambargoya destek vermek zorunda kaldı. Süt üretimi aynı hızla devam ederken, üretilen bu sütü Rusya haricinde satamayan Avusturya, üretilen sütü süt tozuna çevirmiş ve sonunda depolar süttozu ile dolmuştu.
Sonuç? Avusturya’da kesilerek et olmaya mahkum olan 450 bin süt hayvanı ve ambargo yüzünden kendi süt üretim endüstrisini kurup geliştiren ve artık ambargo uygulanmasa dahi süt ithal etmekten kurtulmuş bir Rusya. Orta ve uzun vadede kaybeden, mahallenin kabadayısının sözünü dinlemek dışında seçeneği olmayan Avusturya idi.
Dünyada ekonomik yaptırım denilince akla uzak ara ilk gelen ülke ABD. PIIE’ye (Peterson Insititute for International Economics) göre; 1970’e kadar gerek ABD’nin tek başına, gerekse de müteffikler ve uluslararası kamuoyunu arkasına alarak uyguladığı ekonomik yaptırımların yüzde 50’den biraz fazlası amacına ulaştı. 1970 – 1990 arası bu oran yüzde 21’lere kadar düşüyor. 1990 sonrası hızla küreselleşen ekonominin bir sonucu olarak bu oran daha da aşağılarda.
ABD’nin ekonomik yaptırım uygulama kararlarından uygulamanın yapıldığı ülke haricinde, Avusturya örneğinde olduğu gibi, ABD’nin kararlarına boyun eğmek zorunda kalan “dost ve müteffik” ülkelerin yanı sıra ABD’nin kendisi de zarar görüyor.
Yaptırımların amacına ulaşabilmesi için yaptırım yapılan ülkenin yaptırım uygulayan ülkelerle ekonomik ilişkilerinin ciddi boyutlarda olması gerekiyor. Yaptırım uygulandıktan sonra ise, yaptırıma maruz kalan ülke yaptırım uygulayan ülkelerin şirketlerine güven kaybediyor ve bu şirketlerden sağladığı kaynakları başka kaynaklardan sğlama yoluna gidiyor. Dolayısı ile mecburi bir kaynak çeşitlemesi ortaya çıkıyor.
Ambargo kararlarının zahiri yönünün ötesinde, domino taşları gibi üst üste devrilerek tetiklediği bambaşka alanlar mevcut. Gelişmiş ülkelerde ihracat yapan şirketlerdeki istihdam oranı artış hızı, yapmayanlara göre yüzde 20 daha fazla. İhracat yapan şirketlerin piyasada oyuncu olarak kalma süreleri de daha uzun. Yani ambargo kararları aslında kararı alan için artık bir yerde kendi ayağına da kurşun sıkmak demek.
Ülkemize yaptırım kararlarına ilişkin deli saçması ifadeleri bu bağlamlarda ele almak gerek. Üretim ekonomisini baz almış ve sosyal kenetlenmesini tamamlamış bir toplum için kısa vadeli olumsuz etkileri olabilecek ambargo kararlarının orta ve uzun vadede ülkemizi kaynak çeşitlendirmesine iterek, tekonoloji ürünleri başta olmak üzere farklı alanlarda kendi üretimini kendisi yaparak gelişmeye yönlendireceği aşikar.
Mevzuu giderine gider yapmaksa, Türkiye’nin gidere gider yapmasında fırsatları, engellerinden daha fazla. İş ki, milli birliğimiz tunçtan bir yumruk kadar sağlam olsun. İş ki, devletimiz ambargo kararlarını fırsata çevirip kendini geliştirmek için bir dayanak noktası olarak ele alsın. İş ki milletimiz küresel ölçekte pompalanabilecek korkulara yenik düşmesin, devleti ile beraber dik dursun.
Gerisinden bizim korkacak bir şeyimiz yok.