Şiir, roman, hikâye resim, müzik, tiyatro, sinema, dans, heykel, mimâri kısaca edebiyat ve güzel sanatlar bir yana, kültür, her şeyden önce yaşam tarzıdır.
Şiir, roman, hikâye resim, müzik, tiyatro, sinema, dans, heykel, mimâri kısaca edebiyat ve güzel sanatlar bir yana, kültür, her şeyden önce yaşam tarzıdır. Bu yaşam tarzının içinde adâlet, hak ve hukuk, kul hakkı, diğergamlık, merhamet, hüsnü zan tevâzu ve hepsinin toplamı olarak hikmet varsa, o kültürün hâkimiyeti ve iktidârı da o kadar yaygınlaşır. Bu hâkimiyet ve iktidar için de ne top ve tüfek ne de kaba kuvvet gerekli değildir.
Şimdi size birçoğumuzun bildiği bir hikâyeyi hatırlatmak istiyorum. Hikâye İstanbul’un fethinden az önce Edirne’de geçer. Osmanlı Devleti’nin genç pâdişâhı II. Mehmed, hadis-i şerifte geçen adıyla, Konstantiniyye’yi almayı aklına koymuştur. Devlet zengindir ve güçlüdür. “Osmanlı’nın imkânlarına başkalarının hayalleri bile erişemez.” Zamânın en güçlü ordusu Osmanlı ordusudur. Osmanlı ordusundaki silahlar, devrin en gelişmiş silahlarıdır. Donanma, zamânın en güçlü donanmalarından biridir. Osmanlı’nın karşısında ne siyâsî ne de askerî olarak hiçbir devlet duramamaktadır. Ayrıca Avrupa, tam bir hukuksuzluk, merhametsizlik ve cehâlet girdabındadır.
Devletin başındaki sultan ise, hiç şüphesiz kendisinden önceki ve sonra gelecek Âl-i Osman içindeki en münevver pâdişahtır. Devrin tüm bilim dallarına hâkim, temas kurduğu ve hükmettiği milletlerin dillerini konuşan, şiir yazan bir devlet adamıdır. Devlet ve ordu, sultânı ve komutanıyla fetih için her şarta hâizdir.
Ancak II. Mehmed’in fetih için mutmain olmak istediği bir konu daha vardır. Hadis-i şerifle müjdelenen tek şehir olan ve seneler sonra İstanbul adını alacak olan Konstantiniyye’de yaşayacak olan halk, bu müjdenin hakkını verecek seviyede midir, diye düşünür. Tebdil-i kıyâfet yaparak Edirne çarşısına çıkar. Amacı, halkın nabzını tutmaktır. Esnafın ticâret sırasındaki tavrını görmek ister.
Sabah erken vakitte ilk dükkâna girer ve pirinç ister. Esnaf pirinci tartıp verir. Sultan, biraz da bulgur ister. Ama esnaf, “Beyim, ben siftahımı yaptım. Yan komşudan alın da o da siftah yapsın” der.
Sultan II. Mehmed, çarşıdaki dükkânların hepsinde aynı tavırla karşılaşır. Artık gönlü mutmain olmuştur. Bu müjdelenmiş şehirde yaşamaya lâyık bir halk vardır. Müjdelenen ve Osmanlı ordusunun fethedeceği şehrin halkı böyle olmalıdır. Gözü aç, tek derdi satabildiği kadar mal satıp kâr etmek olan esnaf değil; kanaatkâr ve diğergam esnaf ve halktır, fetihten sonra yerleşecek olan. Yâni, âbidenin kaidesi hazırdır.
Sâdece İstanbul Değil
Bu hikâye, belki yaşanmadı ama İstanbul’daki halk öyle bir halktı. Sâdece İstanbul’a has bir halk da değildi onlar. Osmanlı’nın kılıçla, topla fethetmeden önce tüccarı, dervişi ile fethettiği nice şehir vardır. Ordu birçok şehri fethetmeden önce, halkı Müslüman olmasa da Osmanlı’ya güven duyan şehirler Osmanlı’ya katılmıştır. Balkanlar’daki Ortodoks halklara “Katolik kardinallerin kavuğunu görmektense, Osmanlı sarığı görmek isteriz” dedirten bir kültürdür Osmanlı’yı “devlet-i âli” yapan.
Osmanlı, fethettiği topraklarda en az yüz elli sene kaldı. Fetret Devri’nde on bir sene devlet iktidârı yoktu, ama özellikle Balkanlar’daki kültürel iktidar, Osmanlı’ya yeniden ayağa kalkma gücü verdi.
Peki Şimdi?
Şimdi soralım kendimize:
Bütün İslâm âleminin ve mazlumların gözü kulağı bizdeyken, bizim yaşam tarzımızda önceliklerimiz neler?
Acımasız rekâbet içinde ne kadar ciro yapacağını düşünen bir ticâret dünyâmızla, yaşam tarzımız başkalarına ne kadar câzip gelebilir ve güven telkin edebiliriz?
Eğitimde herkesin “en iyi okul” için yarıştığı bir ortamda diploma alanlar ne kadar diğergam olabilir?
Kaç okulumuz, dünyânın önde gelen okulları arasında?
Kişisel gelişim peşinde koşan bir nesil, kendi arkadaşına güven vermezken, başka insanlara nasıl güven verebilir?
Trafikte bir metre önde olmak için ihlâl etmedik kural, yenmedik kul hakkı bırakmayanlar, hangi yaşam tarzıyla imrenilen bir toplum olabilirler?
Biz, okullarımızda kendi kültürümüzün teknesi olan Türkçe’mizi değil de yabancı dilleri tercih ederken, biz kültürel fethimizi ve kültürel iktidârımızı nasıl gerçekleştireceğiz ve “kendi zamanımızın İstanbulları”nı fethedip bu devrin müjdesine nasıl nâil olacağız?