Yüz ve göz gerçekliğin (bedenin) ve ruhun kendini görünür kıldığı, insanın özgün bir varlık olarak duyumsandığı ve hissedildiği yerdir.
Barok dönemi ressamları arasında en dikkat çekici olanı Rembrandt’tır benim için. Onun resimlerinde gerçekliğin izlerini kolayca takip edebilirsiniz. Aydınlık ve karanlık yan yanadır onda. Tıpkı insan ruhu gibi. Portrelerine göz gezdirdiğinizde insanların yüzünde yaşanmışlıkların ortaya çıkardığı tüm derin izleri, gözlerindeki korkuyu, karamsarlığı ve umudu rahatlıkla görebilirsiniz. Yüz, adeta, insan denen varlığın anlamı haline gelir o portrelerde. Eğer, gerçeklik nedir, nasıl duyumsanır; korku nedir, nasıl hissedilir? türünden sorular varsa zihinlerinizde Rembrandt mutlaka yol gösterecektir size.
Yüz ve göz gerçekliğin (bedenin) ve ruhun kendini görünür kıldığı, insanın özgün bir varlık olarak duyumsandığı ve hissedildiği yerdir. Ne var ki bir insanı duyumsamak ve hissetmek demek sadece onun yüzüne ve gözüne bakmak demek değildir; aynı zamanda o insanı görmek ve onun tarafından görülmek demektir.
İnsan ‘yüz ve göz’de açık hale gelir. Görme ve görülme ile açık hale gelme insanın duyu düzeyini aşması ve ötekine/başkaya yönelmesi anlamına gelir. Ötekine/başkaya yönelim duyu düzeyini aşan bir varoluş hali olması nedeniyle insani varoluşun en ayırt edici özelliğidir. Bu özellik tek yönlü değil; iki yönlüdür: Varolma ve yaşantı olarak varoluş bir yönüyle ötekine/başkaya açılma diğer yönüyle de ötekinin/başkanın bu açılma sürecinin bir parçası olmasına açık olma halidir. Bu tarz bir açık olma halidir ahlaki varoluşun temelinde yatan.
Daha açık söyleyeyim: Varlıkla ilişki halinde olmak demek, insanın, sadece kendisiyle ilişki halinde olması demek değildir. Böyle bir ilişki hali hayvanlardaki kapalılığa denk düşer. Oysa, beni varlıkla ilişki haline sokan şey ötekiyle/başkayla karşılıklı görme ve görülme ilişkisidir. Tam da bu nedenle Rembrandt’ın portrelerini izlerken izlendiğimiz duygusuna kapılırız. O anda hem gördüğünüzü hem de görüldüğünüzü hissedersiniz. İşte bu histir tüm ahlaki duyumsamaların özü.
Ahlaki ilişki, kökensel olarak, görme ve görülme ilişkisidir. Sadece görme ile yetinen göz kendine tutsak hale gelir. Hayvani varoluşa içkin olan bir varoluş tarzıdır bu. Ve bu tarz bir varoluşta ahlak ilişkisi ortaya çıkmaz. Ahlaki ilişki ötekinin/başkanın varlığının kabul edilmesiyle ortaya çıkar. Ve her kabul ediş başkası tarafından görülür olmaya yönelmiş bir açıklığı zorunlu kılar.
Kendinden başkalarının da varolduğunun bilgisi ancak ve ancak başkaları tarafından görülür olmaya yönelmiş bir insanda olanaklı olabilir. Evet, görülür olma, görülür olmaya yönelme ile olanaklı olabilir. Çünkü kendini ötekine/başkaya açık hale getirme bilinçli bir yönelimdir. Bu, birlikte varoluş için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sadece kendi “ben”ine yönelen bir insan özgün bir varoluşu temsil etmez. Böyle biri vahşi doğada kendi canının derdine düşmüş ve tek ereği hayatta kalmak olan insan dışı bir canlı formu olmaktan öteye gidemez.
Ötekini/başkayı özgün bir varlık olarak duyumsamamızı ve hissetmemizi sağlayan bir yaşantıyı sadece Rembrandt’ın portrelerini izleyerek kavrayamamış olmalıyız ki neredeyse ondan 350 yıl sonra E. Levinas insanların “yüz”ünü tekrar hatırlattı bize. Levinas ağırlığını olanca gücüyle hissettiren tek gerçekliğin ötekinin/başkanın “yüz”ü olduğunu söyler bize. Bu gerçeklik, tıpkı zamanın yüzümüzde bıraktığı derin izlerin gerçekliği gibi, ahlaki/etik ilişkinin de başlangıç noktası olur Levinas’ta.
Böyle bir ahlaki ilişkiyi inşa etmek zor değil: Ötekinin/başkanın “yüz”ünün kendi “yüz”ümüze değmesine izin vermemiz yeterli bunun için. Ancak bu şekilde kendine tutsak olmaktan kurtulabilir insan.