Dinimiz İslam her konuda ölçülü olmayı emretmiştir. Aşırılıktan men etmiştir.

Dinimiz İslam her konuda ölçülü olmayı emretmiştir. Aşırılıktan men etmiştir. Kazandığımız her parada edindiğimiz her malda mülkte aşırıya kaçmadan kanaate dayalı bir davranış sergilememiz gerekmektedir. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak ama yarın da ölecekmiş gibi ibadeti salık verilmiştir. İbadetin buradaki anlamı her namazda kendimizi görmemiz ve hesaba çekmemiz. Oruç ibadetinde ise açlık, tokluk arasındaki farkı anlamamız vasıtasıyla vermeyi ve beraberinde israf etmemeyi de öğrenmemizdir. Ama dinimizin temelindeki en önemli ibadetlerden biri bencillikten kurtulup paylaşmayı öğrenmektir.

Yetinmek fazlasını vermektir

Batının iktisat felsefesi “insanın ihtiyaçları sonsuzdur ancak kaynaklar kıttır” sözü ile ortaya atılan iddia kapitalist ekonomiyi beslemektedir. Aslında insanın ihtiyaçları değil nefsinin ihtiyaçları dizginlenmediği zaman sonsuzdur. Çünkü nefis arzuların kışkırtıldığı bir ortamda azar ve kontrol edilmesi güç duruma düşer. İhtiyaçlarını bilmeyen bir nefis rezil olur. O yüzden dinimizdeki ibadetler bizim ihtiyaçlarımızı anlamamızı sağlar. Nefsimize dur diyerek yetinmesini bilmemiz gerekir. İnsana verilen her türlü kazanç tek başına ona ait değildir. Zekât, fitre ibadetlerinin bize gösterdiği gibi elimizdekinin fazlasını infak etmemiz gerekir. Yetinmek, ihtiyaçlarımıza dur diyerek fazlasını ihtiyaç sahiplerine vermektir. İnsan mülkün Allah’ın olduğunu idrak etmeli ve O’nun istediği doğrultuda harcamalı ve paylaşmalıdır. Mülkün sahibinin kendimiz olduğu yanılgısına düşersek o mülkün en kısa zamanda elimizden alınacağı da aşikârdır.

Bir lokma bir hırka

Kültürümüzün bir lokma bir hırka felsefesi Müslümana fakirliği şirin göstermek için söylenmemiştir. Midenin kapasitesi belliyken sadece şehvet için daha fazla yemenin hastalıklara yol açtığını günümüz dünyasında karşımıza çıkan hastalıklardan anlayabiliyoruz. Dolaplarımızı bir iki kere giyeceğimiz kıyafetlerle tıka basa doldurmak başkasının çıplak kalmasına sebep olur. Başkasının ihtiyaçlarını kendimize hak görerek vermemek, kanaat ahlakına sahip olmamak nasipsizliktir. Zenginlik başkalarının da ihtiyaçlarını giderme hizmetinin bize verildiğini anlatır. Her şeyin fazlası zarardır. Eşyanın fazlası yüktür, gereksiz zaman kaybı yer işgalidir. Bilginin zekâtı öğrenci ile paylaşmaktır. Müslüman zelil olmayacak kadar zengin olmalıdır.

Hazımkâr olmak

Zenginliği bir güç göstergesi olarak görmek nasıl bir yanılgıysa yamalı pantolon ile dolaşabilmek de hazımlı bir insanın tavrıdır. Gerektiğinde yıllarca aynı çantayı kullanabilmek eskimedikçe atmamak, tamir ettirmek insanı küçültmez tam tersine kendine güvenen insanın halidir. Kendinden emin, hikmeti kuşanmış ve davranışına geçirmiş insana takdir edilir, saygı duyulur. Malın, mülkün değerini anlamak adaletten şaşmamaktır. Kısmet dediğimiz o güzel kelimenin içinde kim bilir kimlerin de payı vardır! Bunu düşünerek hâl ve davranışlarımızı kanaat ahlakı üzerine tesis edebilmek büyük bir gönül ferahlığı sağlar. Aynı zamanda her türlü zenginliği elinin tersiyle çevirebilecek güçte bir duruş sergilemek ve tamahkârlıktan uzak durabilmek verenin de alanın da Allah olduğu bilinciyle yaşamak demektir. İnsan daha azıyla da yetinebileceğini bilerek yaşayıp paylaşırsa hırslarından arınır. Böyle bir insan kendiyle barışık ve bereketi de içinde yakalamış biridir vesselam.

BERAAT KANDİLİ İLE YÜZLEŞMEK

“Her nerede olursanız o sizinle beraberdir” ayeti bize her iki dünyada da eşlik edenin ancak ve ancak Allah olduğunu anlatıyor. Ölünce Allah’a kavuşmak diye nitelendirdiğimiz o an için gözlerde perdenin kalkıp bize eşlik edeni görmektir, der İbnü’l Arabi. Derinlemesine düşündüğümüzde yüzümüzü nereye dönsek veçhi oradadır ayeti mucibince ondan ayrı gayrı bir yön yoktur. Bunu hissetmek her an varlığını idrak etmek bu perdeli gözlerle olmadığı aşikârdır. O yüzden düşünürüm, gözleri görmeyenler bizden daha farklı hakikatleri görüyorlarsa, görmek nedir ki? Artık adım adım Ramazan ayına yaklaştığımız şu güzel günlerde tefekkür edip düşünmeyi ziyadeleştirsek ne güzel olur. Basit, ucuz gündemlerin içinden sıyrılıp hakikaten görmeyi ve de olanlarla yüzleşerek beraatimizi istemeyi Rabbim bize nasip eylesin. Bu vesile ile Beraat Kandiliniz kutlu olsun.

GEÇMİŞ GEÇMİŞTE KALDI

Umudu yarınlara bırakma. Seherin kızıllığı yakınken gecenin karanlığında duygularını yeniden inşa et. Sevinçler salıncakta, salıncak rüzgârda. Esenlik dolu kahkahalar gönder gökyüzüne. Geçmiş geçmişte kaldı. Acı, tatlı hatıralar uçup gitti. Hangi acıyı hatırlar insan, üzerinden esip geçmişken yıllar. Söz verdik birbirimize bir ömür boyu kardeş, arkadaş, eş, dost kalacağız. Nice günleri birlikte kucaklayıp birlikte güleceğiz. İnanma sen şeytanın gücüne. Senin imanından daha güçlü değil iblis. Kırk gün çile çeker dervişler. Kırk gün kundakta bebeler. Kırk umudu bir beze sarıp suya gönderir sevgililer. Umutsuz değiliz, asla değiliz. Geçmişten bir ıhlamur, hanımeli, yasemin kokusu geliyor. Bahar geldi gelecek; kardelenler karların içinden boy vermiş güneşin renginde. Anın tam içinde şu anda kucaklıyorum geçmişi de, gelecek olan geleceği de. Hepimizin içinde baharın kokusu var; bilsek ah bir görsek. Ne güzel bakacak o gözler nasıl da sımsıkı sarılacak o kollar birbirine. İnançsız olsaydık umut hiç yeşerir miydi içimizde? Hep yeniden ve yeniden başlayabilmek, işte budur ancak inanmak ve kendini bilmek. Gelecekten ve geçmişten ayrı, kendi zamanının fatihi olmak için, inanç ve umut ile yaşamak.

BİLGE BAYRAKTAR

TÜKETİM DEĞİL, TÜKENDİM KÜLTÜRÜ.

Kızımın kahve siparişi şöyle: Kafeinsiz, laktozsuz sütlü ve şekersiz vanilya şuruplu. Yani kahve az kala kahve gibi, sütü az kala süt gibi tatlısı da sanki şeker gibi. İçiyor ama içmiyor şu kahveyi! Kendine her şeyi kısıtlayan, tüketmeden tüketen bir neslin temsilcisi. Üstelik bunu sağlık için yaptığına çok ama çok emin.

Şeker hastalığı, metabolizma bozuklukları, tansiyon, koroner hastalıklar ve diğerleri, hepsi neredeyse aşırı ve biçimsiz beslenmeye bağlı. Televizyonların, tabletlerin, bilgisayarların yanında sabah nöbet tutan tabaklar ve bardakları toplayıp makinaya dizmek her evde olağan bir iş oldu.

Artık her mevsim her şey var; çilek hep var, hamilelere ayva ve ekşi elma, hatta tropikal ülkelerde yetişen meyveleri bile rahatça bulabiliyoruz. Bitmedi durun başka reyonlara da bir göz atalım; Et var, tavuk var, hindi var, organik var, glütensiz var, laktozlu, laktozsuz, şekersiz, agavali bile var. Sırf yemekler mi çeşit çeşit? Hayır.

İnsanlarda cins cins, vejetaryeni var, veganı var, tavuk yemeyeni, et yemeyeni, hatta sadece et yiyeni var. Bakıyoruz belli saate kadar yemeyeni var, oruçlusu var, saat başı yiyeni var. Yemek yemek hiç bu kadar zor, detaylı ve aynı zamanda bu kadar bozuk olmamıştır.

‘Yeter bu kadar! ‘diyemediğimizden, ölmeden yiyebilmenin ve çok tüketebilmenin formülünü bulmaya çalışıyoruz. Uzun yıllar Türkiye, şu diyetle kilo verdi ve bu diyetle kilo verdi diye televizyonlarda reyting patlattı. Şimdi ise bu aşçının yemek programı, bu aşçının şekersiz tatlı programı ile reyting buluyor. Acaba yemekle ilgili bu yaşanan çılgınlığı bir tek ben mi fark ediyorum? Yiyerek nasıl yemek yemeyeceğimizi mi bulmaya çalışıyoruz? Korkunç, topluca obsesif bozukluk yaşıyoruz.

İşin gerçeği sağlıksız besinler çok ucuz. Gidin şu dünya markalarına hamburger menüsü 40 lira, yanında bir tane daha bedava. Sağlıklı beslenmek ise külfetli, organik pahalı, ayıklamak zor, yıkamak kaldırmak, yorulmak, sofra kurmak, kaldırmak, misafir davet etmek zor. Vakit dar, dizi var, dizinin sonu var başı var. TV’de başkasının hayatını seyretmek varken kendimizinkini yaşamak zor. Yermiş gibi yaptığımız yemeklerle, yaşarmış gibi yaptığımız hayatları sürdürmek en zoru

Sadece bizler değil, bizim yüzümüzden toprak da yanlış besleniyor. Dünyanın toprakları da artıkları sindiremiyor. Eskiden çöplerin çoğu işlenmemiş gıda içeriyordu, iki gün kalsın sinekten kokudan duramazdık. Şehir çukurlarına konduğunda çürüyüp toprağa karışırdı, toprakta zenginleşirdi. Dönüşen ve doğal sürdürülür bir tüketim sistemi vardı. Şimdi ise dünya toprağa karışmayan, ambalaj, plastik ve tenekelerle fakirleşti ve aç gözlülüğün mezarlığı durumunda şehirlerde çöp çukurlarının üzerine toprak dökülüp park yapılıyor. Olmuyor metan üretip patlıyor, toprak bile hasta ve kusuyor.

Çok ama çok kalitesiz bir tüketim, hızlı ama boş yaşanan günler. Vitamini yok, minerali yok, anısı yok, hatırı kalmamış, emeği olmayan ama hep koşuşturan bir dünya. Almayın her bir alet edevatı, ihtiyaç duyunca bir komşuya git, sende hatırı olsun. Kahve içecek dosta ihtiyacı olunca payı olsun sana gelsin otursun dertleşsin. Lokumunu da yesin, ama ikramdır bir tane alsın hepsini yemek istese de.

Atın evinizden fazlalıkları, komşunun çocukları ile top oynayacak alan açın onlara. Çocuklarınıza en iyi eğitimi verin ama o her bir şeyi vermeyin. Çocuklarınız yeni alırsa evdekini hediye etmeyi öğrensin. Sonra o eşyalara bakmak için daha büyük evler, daha boş hayatlar kuruyoruz. Yüzümüzde maske, elimizde elektrikli araç anahtarı ile gidecek dost bulamayacağız. Yaratan aç gözlülüğü ve kibri sevmez; cezasını yaşıyoruz. Maskeli bir nesil büyüyor, tok ama doymamış bir toprağın üzerinde oynayıp yaşayacaklar. Tüketim değil, tükendim kültürünün yanlış yönlendirilmiş nesli onlar.

MERVE NUR KURTBEYOĞLU

FELSEFE

RUH – BEDEN İKİLİĞİ

Descartes, modern anlamda ruh-beden ikiliğini sistematikleştirerek zihin felsefesinde geleneksel konumda yer alır. Zihin felsefesi şu soruları sormaktadır; zihnin konumlandığı bir ‘yer’ var mı, hangi durumlarda bilinçten söz edilebilir, yapay bir ortamda bilinçli düşünme süreci oluşturulabilir mi, düşünebilen makineler mümkün mü, zihinsel süreçlerin fiziksel süreçlerle teması var mı, varsa nasıl gerçekleşir? Bu sorular üzerinden Descartes ve ona yöneltilen eleştiriler yazının temelini oluşturacaktır.

Descartes’ın felsefesi, düalist bir felsefedir. Düalizm, varlığı iki ayrı kategoriye bölümler. Ruh - beden (bilinç-beden olarak da ele alınır) ikiliği tartışmanın esas konusudur. Beden; dünyada bir uzam ve yayılıma sahip, belirli bir yer kaplayan, zamanla birlikte varlığa gelen ve yok olan tözdür. Buna karşılık zihin, uzamsal olmamakla birlikte zamanda var olsa da yokluğa karışmayan, maddi olmayan tözdür. Dolayısıyla bu iki töz birbirine indirgenemez. Kartezyen felsefenin gediği olarak görülen nokta da burasıdır. Numenal alan ile fenomenal alan birbirinden ayrı iki tözse birbirleriyle nasıl etkileşimde bulunacaklar? Söz gelimi zihinsel süreçte gerçekleşen isteme, uyarılma, tasarlama, tahayyül etme gibi etkinliklerin davranışta nasıl vuku bulacağı net değildir. Descartes ileri dönem yazılarında eleştirilere karşı ‘beyinde yer alan kozalaksı bir bez’ olduğunu ve bu sayede etkileşeceklerini savunsa da açıklama yeterli bulunmamıştır. Dahası Descartes argümantasyon sürecinde ruhun ölümsüzlüğüne atıfta bulunduğu için arka planda daimi Tanrı kanıtlaması bulunmaktadır. Bir darbe de Tanrı’nın mevcudiyetinin zorunlu olarak ikiciliği gerektirmediği fikrinde vurulur. Descartes sonrası çalışmalardan biri olan davranışçılık, zihni gözlemlenebilir olana indirger. Zihnin içsel durumlarıyla değil davranışta açığa çıkanla ilgilenmek gerekir. Metafiziksel sorular bir kenara bırakılmalı ve zihnin ortaya çıkış koşulları araştırılmalıdır. Bu koşullarda ancak epistemolojik düzlemde gerçekleşebilir çünkü başkasının zihinsel içeriklerine ulaşmak dolaysız değildir.

Günümüzde tartışılan yapay zeka alanı da zihin - beden probleminden beslenmektedir. Bilgisayarlar düşünebilir mi, sorusunu ortaya atan Alan Turing bunun mümkün olduğunu söyler. İleride tıpkı insanlar gibi bilgisayarlarda, elde edilen verileri ‘yorumlayarak’ değerlendirme yapabileceklerdir. ‘Derin öğrenme’ de algoritma, kendine ulaşan veriyi işler ve insana ihtiyaç duyulmaksızın kendi kendine öğrenebilen haline gelir. Dolayısıyla insanı taklit etme yoluyla ‘yapay sinir ağları’ oluşturulabilecektir. Bütün bunlar her ne kadar heyecan verici olsa da sınırsız öğrenmenin yolu açılmasıyla insanlığın sonu, kaotik etik problemler daha derinlikli tartışmalara kapı açacaktır.

ARTI – EKSİ

Artı

Beyaz önlük

Bir ortaokulda öğretmenlik yapan hanım kardeşimizi tanıyorum. Bir doğum günü kutlamasında okulun bütün öğretmenleri bir fotoğraf karesinde buluşmuşlar. Bütün hanım öğretmenler kendi kıyafetleriyle orada bulunurken o beyaz önlüğüyle derse girdiği gibi fotoğrafta dikkat çekiyor. Önlüğünün bütün düğmeleri de ilikli. Onun ciddiyeti de diğer yaşamında da kendini gösteriyor. Okulun malzemeleri bu devletin malıdır, tüyü bitmemiş yetimin hakkı var deyip kendi işlerinde kullanmaz. Çayını dahi kendi parasıyla kantinden temin eder. Şüphe duyduğu şeylerden kaçınır. Haram helal nedir gayet iyi bilir. Fen derslerine girdiği halde, okulun bütün öğrencilerinin problemlerine çözüm bulur. Belki de onun takdir edilesi kutsal görevi budur.

Eksi

Okullarda yönlendirme eksikliği

Çocuklarımızı yeteneklerine göre ilgili branş dallarına yönlendirecek bir eğitim sistemimiz maalesef yok. Sanırım ilkokul 3. sınıfta spor alanında bir tarama yapılmıştı. Aradan seneler geçti hala velilere ulaşan bir sonuç yok. Sorsak, e-okulda bildirdik diyecekler. Hayır! zaten yetenekli olsaydı size söylerdik diyecekler. Her çocuk -engelliler de dahil artık engelli alanlarda olimpiyat ve dünya müsabakaları yapılıyor- bir spor alanına yeteneklidir. Yetenekli olması da gerekmez, gelişme çağındaki her çocuğun sporla ciddi bir şekilde ilgilenmesi gerekiyor. Bizde bu okullardaki beden eğitim dersleri dışına çıkılamıyor. Çıkılsa dahi okuldaki herhangi bir spor takımı varsa bile verim alınamıyor. Çocuklarda istek uyandırılamıyor. Resim, müzik gibi alanlar için de aynı şey söz konusu. Hal böyle olunca çocuğu elinden tutup spor kulüplerini geziyorsunuz veya sanat atölyelerinde çare arıyorsunuz. Oysa yurt dışındaki gibi normal derslerden daha önem verilen bu konularla ilgili çocuklar ilk ciddi başarılı eğitimlerini mahalle okullarında alıyorlar. Sonra da doğru yerlere yönlendiriliyorlar.

GÜNEŞ KIZIN YOLCULUĞU

Sayfamızın köşe yazarlarından olan sevgili tiyatro sanatçımız Gökçe Kurt Elitez’in devlet korumasındaki kız çocuklarıyla uzun süredir yürüttüğü masal atölyesi meyvelerini verdi. Kalpten Kalbe derneğinin projesi kapsamında Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bağlı Beykoz Çocuk Destek Merkezinde yürütülmüş olan çalışmanın bambaşka kapılar araladığına şahit olduk. Gökçe Kurt Elitez’den aldıkları masal eğitimi ile kendi masallarını yazmayı öğrenen kızlarımız; karanlıktan aydınlığa çıkma mücadelesinde tüm korkulara rağmen umut ve azmin zaferi “Güneş Kızın Yolculuğu” oyununu geçtiğimiz hafta sahnelediler. Kızlarımız bizlere yılmadıklarını en karanlık anda bile bir umut ışığı olduğunu gösterdiler. Masallarla çıkılan bu yolculuğa şimdi de gönüllü ailelerle devam etmek istiyorlar. Bu nedenle kızlarımıza destek olmalı ve onların ellerinden tutmalıyız. 18 yaşını bitirdikten sonra eğitim hayatlarında da bizlerin desteklerine muhtaçlar ve onları görmezden gelemeyiz. Sanatçımız Gökçe Kurt Elitez bir ellerinden tuttuysa biz de diğer ellerinden tutup kızlarımızın hayatına güneş gibi doğmalıyız.