Güneşin yedi rengi olduğu söylenir ama sayısız renk yansıdığına göre güneş ışığında o kadar renk var demektir.
2000 yılında ebrû sanatına başladığımda, hocam Hikmet Barutçugil ilk derslerde ebrû yapmayı değil de renklerin birbiriyle olan ilişkisini, uyumunu, zıtlığını öğretmişti. Bunları bilmeden at kılından ve gül dalından fırça bağlamanın, kitre eritmenin, öd ayarı yapmanın, bız ve tarak kullanmanın pek bir önemi yoktu.
İki renkten başlayıp ebrû teknesinin alabildiği kadar renk kullanılabilir ama o renklerin ne kadar karıştırılması gerektiği işin püf noktalarından biriydi. Battal, gelgit, bülbül yuvası, taraklı yapayım derken ayarı ve karârı kaçırırsanız ortaya çamur gibi bir şey çıkar. Gerçi ebrû boyalarının birçoğu topraktan yapılır ama çamur rengi işe yaramaz.
Güneşin yedi rengi olduğu söylenir ama sayısız renk yansıdığına göre güneş ışığında o kadar renk var demektir. Biz beyaz ışık zannetsek de dünyâmız bir renk uyumuyla gözükür gözümüze. Uyum olmazsa alaca bulaca ya da kahverengi bir renk çıkar ortaya. Renkler tek başlarına ne kadar güzel olursa olsun, aralarındaki ilişkide oran ve kontrast ayarı bozulursa o güzellikler kaybolur.
Bir ressam bu ayarı kullanarak göz alıcı, hayran bırakan resimler yapar. Şehirler de resimler gibidir. Bir ressamın elinden çıkan resimlere benzesin isteriz şehirlerimiz. Ama maalesef bu mümkün olmuyor. Daha önce güzel yapılan şehirleri bile koruyamıyoruz. Tıpkı güzel bir duvar resminin üstüne siyah bir boya ile adını ve sevgilisine olan aşkını yazan “hanzo romantikler” gibi şehirlerimizi bozuyoruz.
Var olanı bozmakla kalmıyor, yeni kurduklarımızı da – buna “şehir kurmak” denirse – renk uyumundan mahrum, alaca bulaca kahverengi resimler gibi kuruyoruz. O kadar kötüler kötüler ki, daha kötü hâle getiremeyecekleri için “dokunmaya kıyamıyoruz” zannedilir.
Şehirler canlı varlıklar değildir. Onları kuranlar da o şehirlerde yaşayacak olanlar da biz insanlarız. Her insan hem tek başına hem de mensup olduğu kültür ile birer renktir. Bir diğeriyle orantı, denge ve uyum içinde olması gerekiyor. Ama, yine ebrûya geri dönersek, ebrû teknesine fazla boya atılırsa damlalar dağılamaz, sıkışır ve rengini gösteremez. Bir süre sonra da çatlar. Kâğıda da çamur gibi bir şeyler çıkar.
Şehirler birer ebrû teknesi gibidir. İnsanların birbirleriyle uyum gerektiren yaşama alanları olarak çağımızın – özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra – vazgeçilmezi olmuştur. Bakmayın herkesin köye, sâhil kasabalarına yerleşme hevesine; şehir nüfus oranı her geçen gün artıyor. Bu artış, şehirlerdeki dengeyi, oranı ve uyumu daha da bozuyor. Şehirlerimiz giderek daha da kahverengi hâle geliyor. İçinde sayısız rengin olduğu ama oranlarında uyum olmadığı için hiçbir şey ifâde etmeyen renkler cehenneme hâline geliyor.
Çözüm “eğitim” değil
Şehir hayatı ile ilgili her türlü sorunda, bilen veya bilmeyen herkes, “eğitim şart” diyor. Ben kuru kuru eğitimin çözüm olduğunu düşünmüyorum. Dünyânın en eğitimli, en çok kitap okuyan, en aydın ve entelektüel, en objektif, en demokratik insanları bile belli bir sayısının üstünde küçük bir mekânda yaşamak zorunda bırakırsanız, bir süre sonra akla gelmeyecek, bu insanlara yakıştıramayacağımız sorunlar. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Kişisel alanı ihlâl edilmiş insanlar bir süre sonra içlerindeki hayvansı dürtüye teslim olurlar. Bunu tıkış tıkış metrobüs ile ayakta hiç kimsenin olmadığı metrobüs arasındaki farkta görebiliriz. Bunu trafik sıkışıklığı, markette kasa kuyruğu, kırmızı ışıkta bekleme gibi ortamlarda da görmek mümkündür. Belli bir mesâfe varken hiçbir sorun yaşamayan insanlar, aşırı kalabalık ortamlarda kontrolü kaybederler ve şehrin yaşama uyumu bozuyor.
Renkler arası geçişte “degrade” durumu ve imkânı, insan sayısı yoğun olan ortamlarda yoktur. Şiddetin sâdece erkeklerden kadınlara geldiğini iddia edenler bile, sâdece kadınların olduğu kalabalık ortamlarda çıkan kavgaları inkâr edemezler.
Şehirlerin sigortası atmalı
Elektrik tesisatı fazla tüketimi kaldıramadığında “sigorta atar”; yoksa yangın çıkar. Bir süre karanlıkta kalırız; elektrikli âletler çalışmaz ama ev yanmaktan kurtulur. Aynı şekilde şehirlerin sigortasının atma zamânı çoktan geldi de geçiyor. Sigorta atmalı ve bir süre “normal” hayâtımızı yaşamamalıyız ki, şehirler tamamen yaşanamaz hâle gelmesin. Şehirlerin kahverengi hâle gelmesi bunun en büyük işâretidir. Renklerini kaybeden şehirlerin en azından kendilerini kurtaralım.
Âcil olarak şehirlerde metrekare başına düşen kişi sayısını azaltmalıyız. Bunun nasıl yapılacağını şehir plânlamacılar bilir. Siyâsî otoriterler onlara kulak vermelidir.