Ne devletçilik komünizmdir, ne de memleketi yabancı kartellerin at oynattığı bir ortama sokmak milliyetçiliktir. Aksine, Anadolu'daki Türk tarihi ve uygarlığı bize başka bir hikâye anlatmaktadır.
Suriye Bunalımı başladığında Türk medyasında bazı tipler “Rojava Devrimi’nden” bahsetmeye başladılar. Bu “çakma devrimden” kasıt uyuşturucu kaçakçısı eşkıyaların Amerika’nın maşası olarak Suriye topraklarını gasp etmesiydi. Bizde birtakım hümanist, demokrat ve barışçı sol aydınlarımız, milliyetini kaybetmiş bazı İslamcı ve liberallerimizin umutla karşıladığı bu durum halkımızın çoğunun yüreklerini burkmaktaydı. Dahası bu durum Türk Devleti’nin gırtlağına dayanmış bir hançerdi. Devletimizin müdahalesini bekliyorduk.
İşte o gün bu gündür. Kürşad’ın, Mete Han’ın, Alparslan’ın, Sarı Saltuk’un, Seyyit Ali Sultan’ın, Hünkâr Hacı Bektaş’ın çocukları alperenler kılıçları kınlarından çektiler. “Gök girsin kızıl çıksın!”, dediler.
Allah yardımcıları olsun. “Nasrun min’Allahi fethun qarîb. Vebeşşir-il mü’minîn.” Amin.
BİREYCİLİK YERİNE ORTAKLAŞICILIK REKABETÇİLİK YERİNE DAYANIŞMACILIK!
Bugün dünyanın içinde bulunduğu kimlik karmaşası ve iktisadi buhrandan çıkabilmenin yolu, eşitsiz ve adaletsiz küresel iktisadi ve siyasi yapının değiştirilmesi ile sağlanabilir. Bu yapısal kriz, aslında, Batı’nın harikalar kumpanyasının krizidir. Bu krizden çıkmanın yolu ise Batı merkezli bir dünya görüşünün yerine alternatif bir dünya görüşünün geliştirilmesidir. O zaman da, Batı uygarlığının temel normlarını oluşturan bireycilik ve rekabetçilik kavramlarına değil, bunların karşıtlarına, ortaklaşacılık ve dayanışmacılığa yüzümüzü dönmeliyiz!
“Hocam, biz sizi milliyetçi bilirdik; oysa ki siz Komünist olmuşsunuz!”, dediğinizi duyar gibiyim. Bunun sebebi, biz de sağ düşüncenin ekonomi politik dayanakları Soğuk Savaş döneminde şekillenmiş olmasıdır. Fetullah gibi meczuplar Ateist-Komünizme karşı Amerikan Emperyalizminin ehven-i şer olduğu fetvasını verirken, milliyetçiliğin temel şiarının serbest piyasa ekonomisi olduğu, milliyetçilerin serbest ticarete ve özelleştirmeye “milli bir dava” gibi bakması gerektiği Özal benzeri Merkez Sağ siyasetçiler tarafından dillendirilmişti. Halbuki mesele tam tersidir: Ne devletçilik komünizmdir, ne de memleketi yabancı kartellerin at oynattığı bir ortama sokmak milliyetçiliktir. Aksine, Anadolu’daki Türk tarihi ve uygarlığı bize başka bir hikâye anlatmaktadır. Bugün bunu anlatacağım.
GÖÇEBELERİN KOMÜNAL DEMOKRASİSİ VE AHMET YESEVÎ’NİN NEFESİ
1100’lü yılların başında İran’dan bir büyük insan, Hemedanlı bir Melâmi şeyhi Yusuf-u Hemedâni Orta Asya Buhara’da postunu sermişti. Bu büyük Pîr, ilim ve irşadı Türkler arasında yaydı. İki de büyük Halife yetiştirdi. Biri Hâce Abdülhalik-i Gucdevâni’dir ki Hâcegan yolunun prensiplerini ortaya koymuştur, diğeri bütün Müslüman Türklerin koca atası Şâh-ı Türkistan Hâce Ahmed-i Yesevî’dir. Ahmed Yesevî göçebe Türk boyları arasında Vahdet-i Vücut felsefesine dayalı bir tasavvufi anlayışla İslam’ı tebliğ etmişti. Ahmed-i Yesevî’nin önemli halifelerinden biri de Kutbeddin Haydar’dı ki bugün Abdalan-ı Rûm olarak bilinen Anadolu erenlerinin ekserisinin etkilendiği ve bir kısmının da intisap ettiği Kalenderi Haydari tarikatının kurucusudur. Modern tarih araştırmalarına bakılırsa, Sarı Saltuk Baba, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evren, Abdal Musa, Seyyit Ali Sultan, Hacı Bayrâm-ı Veli gibi büyük Allah dostları bu tarikatın dervişleri idi. Göçebe Türkmen kabilelerini bu ulular irşad etmiş ve ortaklaşa mülkiyet ile dayanışmaya dayalı bir toplumsal düzen kurmuşlardı.
Tabiî ki göçebe Türklerin boy ve oymaklar halinde örgütlenmiş toplumsal ve iktisadi düzeni daha İslam öncesinde bu ilkelere dayanmaktaydı. Göçebe bir oymağın ana üretim aracı hayvan sürüleridir. Koyun sürüleri oymakların ortak mülküydü. Her obanın bir kilimhanesi vardı, kilimhane kimsenin özel mülkünde değildi, obanın ortak malıydı. Çoğu zaman yemekler ortaklaşa pişirilir ve ortaklaşa yenirdi. Kadın erkek eşitliği vardı. Kadınlar toplumda söz sahibi, erkeğinin yanında at binip cenk eden yiğit kadınlardı. Obanın yönetimi “toy” dönen kurultaylarda belirlenirdi. Bir Boy Beyi’nin oğullarının boy beyi olabilmesi için oba kurultayında seçilmesi gerekirdi. Yani bugünkü dille anlayacağımız gibi temel üretim araçlarında toplumsal mülkiyet, yönetim biçiminde ise ilkel kabile demokrasisi hakimdi. İşte böyle bir ortamda Yesevi ve Haydari dervişleri Türklerin toplumsal örgütlenmesine uygun dayanışmayı, imeceyi,
“Önce birey değil önce toplum” diyen bir anlayışı öne çıkaran bir İslam anlayışını va’z etmişlerdi. Şimdi bizim Ülkü Ocaklarında kardeşlerimize sesleniyorum: Biz hangi yolu takip etmeliyiz? Ahmed Yesevi’nin yolunu mu, yoksa Atlantik Merkezli emperyalist gücün yolunu mu?
21’İNCİ YÜZYILDA KOLLEKTİVİZM, SOSYALİZM VE DAYANIŞMACILIK OLUR MU?
Tabiî ki, temel sorulardan biri yirmi birinci yüzyılın karmaşık ve kalabalık sanayi ekonomilerinde kolektivizm / ortaklaşacılığın, sosyalizmin / toplumculuğun ve dayanışmacılığın ne derece uygulanabilir olduğudur? Bu soru çok haklı ve yerindedir. Teknik olarak bütün üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayalı bir sistemin (yani Sosyalizmin) küçük bir oba ölçeğinde göçebe toplumlarda mümkün olmasına karşın, büyük ölçekli bir yerleşik bir toplumda ve sanayi ekonomisinde mümkün değildir. Ancak bugünkü toplumsal ve iktisadi şartlara uygun bir yorumun gerçekleştirilmesi de mümkündür. Evet, bu zor bir görevdir, ama aynı zamanda atalarımızdan bize miras kalan değerlere de dayanmaktadır. İsterseniz, öncelikle bu kavramlardan ortaklaşacılık ve dayanışmacılığı tanımlayalım.
Kolektivizm / Ortaklaşacılık: Ortaklaşacılık bir grup içinde bulunan bireylerin karşılıklı bağımlılığı, ortak bir çıkarlar demetine sahip olduğu ve grup çıkarının bireysel çıkara göre öncelik sahibi olduğu bir toplumsal örgütlenme şeklinin savunusudur. Ortaklaşacı bir dünya görüşüne sahip bireyler içinde bulunduğu grubun ortak değer ve hedeflerini öne çıkaran ve bir grup dışında olmaktansa grup içinde olmayı tercih ederler. Buradaki grup kavramı “çekirdek aileden” “meslek birliklerine” dini cemaat veya etnik azınlıklarda bütün bir millete kadar farklı birey gruplarının hepsinin ortak adıdır.
Solidarizm / Dayanışmacılık: Dayanışmacılık, sosyolog Leon Bourgeois tarafından Emile Durkheim’ın fikirlerine göre geliştirilen toplumsal siyasi bir düşüncedir. Durkehim’ın çalışmalarının esası toplumların birliklerini ve bütünlüklerini koruyarak nasıl modernleşecekleri sorusuna verilen cevap oluşturur. Bilindiği gibi Durkheim’ın yaşadığı çağ (19’uncu yüzyıl sonu 20’inci yüzyıl başı) geleneksel toplumsal yapı ve dini bağların çözüldüğü ve yeni iktisadi yapıların ve toplumsal kurumların oluştuğu bir çağdır. Durkheim burada milli birliğin ve millet bütünlüğünün korunarak nasıl modernleşileceğine cevap aramıştır. Durkheim’ın bizdeki temsilcisi Ziya Gökalp’tir.
Bu bağlamda ben şahsen, Soğuk Savaş döneminin totaliter sosyalizmi değil, ama sosyal adaletçi ve meclis egemenliğine dayalı, planlı bir ekonomi ve sosyal devlet örgütlenmesine sahip bir oluşumdan yanayım. Bunu da Emile Durkheim öyle söylediği için ama atalarımızın dünyayı anlayışı böyle olduğu için savunmaktayım.
Neyse, söz uzadı… Dayanışmacı ve ortaklaşacı bir dünya nasıl kurulur? Bu soruya cevap aramaya Pazartesi devam ederiz.