Yaşam ve ölüm iki farklı varolma biçimidir.
“Görünmez bir mezarlıktır zaman.” Zaman, tüm fanilere kucak açan bir yurt, her şeyin onun içinde olup bittiği bir ana kucağıdır. Tek tek şeyler onda varolur onda yokolur. Olan her şey zaman içinde olup biter. Zaman, olanı ve yokolanı kendinde taşır. Zaman, yaşam ve ölümü birleştirir.
Yaşam ve ölüm iki farklı varolma biçimidir. Bu iki farklı varolma tarzına rağmen varoluş da yokoluş da tek bir zaman diliminde kavranabilir. Ne deriz? Bir varmış, bir yokmuş! Var ve yok aynı ‘an’da dile gelir. Varoluş ve yokoluş ancak ‘an’da kavranabilir. Önce ve sonra, ‘an’a oluş ve yokoluştan sonra eklenir. Önce ve sonra ‘an’da içerilmez.
İnsan da, tıpkı zaman gibi, görünmez bir mezarlıktır. O da tüm olan ve biteni kendinde toplar. Oluş ve yokoluş onda bir araya gelir; “yaşayanla ölmüş olanın aynı olması gibi.” Ölüm ve yaşam tek bir bedende varoluşu ortaya çıkarır. İnsan, bir ‘an’da, bir varolur bir yokolur. İnsan, bir ‘an’da kendini hem var eder hem de yok eder.
İnsan, insan türüne ait tek tek varolanları kendinde toplar. İnsan herkestir. Tek tek varolanları kendinde toplayan insan kavramı tek tek varolanların birbirleriyle etkileşimleri sonucunda bütünün temsili olan “insanlık” kavramını yaratır. Yaratır diyorum çünkü “insanlık” verili değildir. O, zaman içinde doğal bir varolan değildir. Onu göremezsiniz. Tek tek insanları ve onların eylemlerini görürüz. O halde, insan değil, insanın insan olarak adlandırabilmenin aracı olan eylem önemli. Eylem tek tek ‘ben’leri görünür kılar. “Ben”, eylemde görünür olur.
Eylem ile huy arasında zaman ve mekan arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki vardır. Zaman ve mekan varolanların oluş biçimlerini doğrudan etkiler. Eylem ve huy da böyledir. Huy eylemi, eylem huy’u etkiler. İnsan-insan etkileşiminin sonucu olan “insanlık” huy’a bağlanamadıkça “insanlık” bir ide olmaktan öteye gidemez ve hiçbir zaman bir eylemde görünür olamaz.
“Huy, insan için iki farklı forma bürünen daimondur.” Hırs formunda görünen daimon insan bedeninin mezarıdır. Vicdan formunda görünen daimon ise insan ruhunun yuvasıdır. İyi ve kötü onda görünür. Bu nedenle, bedenin peşinden giden hırsla, vicdanın sesini dinleyen ruh arasındaki ilişki “insanlık” kavrayışımızı doğrudan etkiler.
İnsan ve insanlık arasındaki ilişki belirli bir zamanda varolan tekil bir varlığın zaman içinde diğer tekil varolanlar ile deneyimlerine bağlı olarak bir form kazanabilir. Deneyimlerin, ilişkileri belirleyici bir form kazanabilmesi insan türüne ait her tekil varlığın kendi içindeki dönüşümlerinin diğer tekil varolanlardan farklı olabileceğini kavrayabilir olmasına bağlıdır. Bu kavrayışın tekil varlıklar arasında bir farklılık ilişkisi doğurmadığını, tam aksine aynı bütünün farklı görünüşleri olabileceğine dair bir kavrayışı ortaya çıkarması da gerekir. Böyle bir kavrayıştan çıkacak sonuç şudur: Tekil bir varlığın farklı görünüşleri, o tekil varlık artık başka bir forma bürünse de, ondan ayrı olarak düşünülemez. Daha açık deyişle, tekil bir varlığın yitimi o tekil varlığa ilişkin kavrayışlarımızın da yitimi anlamına gelemez. Bunun tersi şu anlama gelir: İnsan yitip gittiğinde insanlık da yitip gider. Çağımızın yüzleşmek zorunda kaldığı en can alıcı sorun budur.
Evet, “görünmez bir mezarlıktır zaman.” Zamanı, sadece bedensel yitip gitmenin mezarı olarak algılamaktan vazgeçmek, ruhun vicdan yanının yönelimi olan “insanlık” idesine dair kavrayışımızı geliştirmek zorundayız. Aksi durumda, her tekil insan bedensel olarak zaman içinde varlığını sürdürme mücadelesi veren diğer tekil insanların mezarı olmaktan kurtulamaz. Ve unutulmamalıdır ki, her mezar ruh da bir vicdan yarası açar.