Bugün söz verdiğim gibi İslâm ve demokrasiden bahsedeceğim.
Bugün söz verdiğim gibi İslâm ve demokrasiden bahsedeceğim. Ama önce, Thodex meselesine değineceğim. Bildiğiniz gibi daha 24 gün önce YeniBirlik’te 2 Nisan tarihli “KRİPTO PARALAR VE ‘DAHA BÜYÜK AHMAK TEORİSİ’” başlıklı yazımda kripto paralara yatırımın güvenli olmadığından bahsetmiştim. Yine bu yazıda, bu paraların hiçbirinin bir “temel değere” sahip olmadığını ve bu yüzden bu paraların spekülâtif değerlerinin uluslararası spekülâtörlerin aldığı pozisyonlara ve küresel yatırımcıların sürü psikolojisi ile aldığı akılcı olmayan kararlara bağlı dalgalanmalara tâbi olduğunu söylemiştim. Kripto paralara yatırım kendisi bizatihi aşırı riskli iken, ülkemizde bu tip paralara yapılan yatırımların bir mevzuata tâbi olmadığını ve bu yüzden bu paraların ticaretinin yapıldığı sanal ortamların da güvenilir olmadığını belirtmeliyim. Nitekim bu platformlardan biri olan Thodex patladı ve kurucusu da medyada yazıldığına göre 2 milyar dolarla sırra kadem bastı. Bir gün sonra da daha küçük çaplı bir platform olan Vebitcoin battı. Buralarda parası olan vatandaşların paralarını geri alabilmeleri için hukuki bir mevzuat ve denetim yoktur. Zaten bu gibi yapılar kamuoyunda “Tosun” namıyla bilinen üçkâğıtçının Çiftlikbank örneğinde olduğu gibi bir Ponzi Oyunudur. Çiftlikbank örneği özelinde Ponzi Oyunlarına dair yazım bundan bir sene kadar önce 2 Şubat 2020 tarihli “PONZİ OYUNU: ÜÇKAĞITÇILARIN EKONOMİ POLİTİĞİ VE KAPİTALİZM” başlığı altında YeniBirlik’te yayınlanmıştı. Dileyen o yazıyı bulup tekrar okusun. Ancak bu kripto para rezaletinin arkasında üç temel olgu bulunmaktadır: Birincisi bu tip sanal paralara yapılan yatırımların tâbi olduğu, yatırımcıların mağdur edilmesinin önüne geçecek bir mevzuatın olmamasıdır. İkincisi, necip milletimizin “kısa yoldan köşeyi dönmek”, “voliyi vurmak” ve “emek sarf etmeden zengin olmak” yolunda aşırı hevesli olmasıdır. Üçüncüsü ise bizatihi kripto paraların gerçek bir değeri temsil etmemesinden kaynaklı olarak aşırı risk içermesidir. Hükümetin acilen bu konu ile ilgili bir mevzuat geliştirmesi, vatandaşların da “kısa yoldan köşeyi dönmek sevdasından vazgeçmesi” gerekir. Vesselâm…
***
İslâm tarihinin geneline baktığımızda yönetim şeklinin çoğu zaman mutlâkiyete, yani tek adam rejimlerine dayalı olduğunu görürüz. İslâm fıkhı diye bildiğimiz alan ise medeni hukuk, ceza hukuku, borçlar hukuku ve mali hukukla ilgili dini hükümlerden oluşur. Bu hükümlerin çoğu, zamanın iktisadi ve siyasi şartlarına bağlı olarak, İslâm hukukçuları tarafından içtihat yolu ile üretilmiştir. Yani bu hükümler hakkında kesin nass yoktur. Ancak, devletin yönetim şemasını, yasama ve yürütme organlarının işleyiş, hiyerarşi ve örgütlenmesini belirleyen bir hukuk sistemi gelişmemiştir. Yani idare hukuku… Zaten mutlakıyet rejimlerinde de, mutlak güç sahibi olduğu kabul edilen monarkın gücünün sınırlanması anlamına gelecek yazılı kayıtlara rastlanmaması çok da tesadüf sayılmaz. Düşünsenize, kendini Sâsâni Şahları gibi “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ilan eden, kendilerinin Allah tarafından seçilmiş kutsal bir soya mensup olduklarını düşünen hanedan üyelerinin, adi tebaadan bir adam gibi kanunla kayıtlı olması mümkün müdür? Çok düşük bir ihtimalle mümkün olabilir ama büyük oranda gayr-ı muhtemeldir.
“Hocam, yani hayatını İslam ilimlerine adamış İslam âlimleri demokrasiye dair bir şey söylememişlerse, o zaman bizim dinimize uygun rejim tek adam rejimi midir? Bu durumda demokrasi İslâma aykırı bir rejim midir?” Bu soruya cevabım, elbette ki, “Ne münasebet?” olacaktır. Her toplum tarihsel süreçte karşılaştığı siyasi ve iktisadi problemleri, yine o zamanın siyasi ve iktisadi şartlarına göre çözme yoluna gider. Özellikle, sanayi ekonomisinin daha gelişmediği tarım toplumlarında, bu yolda üretilen hukuki karar ve çözümler dini nitelik taşırlar. Burada sorun daha açık hale gelmektedir: Tarımsal üretimin ve bunun doğurduğu sosyal ilişkiler ağının sorunlarına çözüm olarak üretilen ve dini nitelik de taşıyan hükümlerin, bu çağda tartışılamaz dini bir hüküm kazanmaları… Yani, bugün bizim toplumumuzda, sanayi üretiminin ve bilişim sektörünün ağırlığını koyduğu bir iktisadi yapıda, bu yapının sorunlarına yönelik çözümleri, tarım toplumuna dair hükümlerde aramak en basit ifadeyle saflık ve enayiliktir. Ancak insanlar buna yönelmek eğilimindedir çünkü geçmişte mutlakiyetçi sultanların meşruiyetini dayandırdıkları hükümler, bugün –sanki Allah’ın emriymiş gibi- tartışılmaz dini nasslar / dogmalar olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden esas sorunumuz tarihî olanla dinî olanı ayırt etmektir. Yukarıdaki soruya gelince, geçmişteki İslam âlimleri kendi yaşadıkları çağdaki sorunlara içinde bulundukları toplumun örgütlenme şeması ve toplumsal ilişkilerine uygun çözümler üretmişlerdir. Bugün ise, aynı sorunlara farklı çözümler üretmek zorundayız.
İşin içine din gibi özel bir alan girince, benim gibi bir iktisatçının “işkembe-i kübrâdan” sallaması doğru olmayacaktır. O yüzden ilk önce İslam’da Şûrâ nedir, ne anlama gelir, onu görelim. TDV İslam Ansiklopedisinde Talip Türcan Hocamız tarafından yazılan Şura maddesinden alıntı yapalım:
“Sözlükte “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” anlamındaki şûrâ (Tâcü’l-ʿarûs, “şvr” md.), fıkıh doktrininde terim tanımı yapılmamış olmakla birlikte İslâmî literatürde yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hakkında ilgililere danışıp onların eğilimlerini göz önünde bulundurmasını ifade eder. …
… Kur’ân-ı Kerîm’in kırk ikinci sûresi Şûrâ adını taşıdığı gibi bu sûrenin 38. âyetinde şûra kelimesi geçmekte, ayrıca iki âyette aynı kökten türeyen “teşâvür” (el-Bakara 2/233) ve “şâvir” (Âl-i İmrân 3/159) kelimeleri yer almaktadır. Bunlardan “karşılıklı danışma” anlamındaki teşâvür, çocuğun iki yıl dolmadan sütten kesilmesine eşlerin karşılıklı istişare ile karar verebileceklerini belirtmektedir. Ailevî bir meselede bile istişarenin emredilip eşlerin karara eşit düzeyde katılmasının aranması, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı iradeye dayalı uygulamanın uygun görülmediğini vurgulamaktadır. Şâvir kelimesini içeren âyette Hz. Peygamber’e iş hususunda müminlerle istişare etmesi emredilmiştir. Bu ifadeyle ilgili yorumlardan birinde esasen Resûl-i Ekrem’in danışmaya ihtiyacı bulunmadığı, ancak bu emirle kendileriyle istişare ederek müminlere değer verdiğini göstermesinin, böylece onların ihlâs ve itaatlerinin artıp güçlenmesinin amaçlandığı ileri sürülmektedir. Bir diğer yaklaşım müşavereyi Resûlullah’ın Müslüman topluma örnek olma konumuyla açıklamaktadır. Daha dikkate değer bir görüş ise söz konusu müşavere emrini, Hz. Peygamber’in akıl yönünden üstünlüğünü teslim etmekle birlikte, onun dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sahip bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmaya ihtiyaç duyabileceği biçiminde yorumlanmaktadır. Şûra kelimesinin geçtiği âyet, “Onların işleri aralarında şûra iledir” biçiminde bildirmeli (ihbârî) önerme yapısında sevkedilip ilk Müslüman toplum bakımından bir övgü anlamı taşımakla birlikte âyetin aynı zamanda sonraki Müslüman toplumlara yönelik bir istek öngördüğü, dolayısıyla şûranın Müslüman toplumun bir karar alma yöntemi olarak belirtildiği açıktır. Şûranın Müslümanların diğer temel nitelikleri (iman etme, namaz kılma, infakta bulunma ve zulmü engelleme) arasında zikredilmesi ve bu âyetin yer aldığı sûreye Şûrâ adının verilmesi de şûraya atfedilen önemin göstergesidir. Öte yandan birçok âyette şûra kelimesi kullanılmadan danışmanın önemine dikkat çekilmektedir. …
… Hadislerde şûra, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş bakımından doğru karar almanın gerekli bir yöntemi” diye tanımlanmıştır (İbn Ebû Şeybe, V, 221, 298; Tirmizî, “Fiten”, 78; Aclûnî, II, 242). Hz. Peygamber Müslümanlara şûrayı emrettiği gibi kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem, ilk Müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı ile istişare ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının çeşitli aşamaları, Bey‘atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir. Hicretin 3. yılında (625) Kureyş’in savaşmak için Medine’ye yöneldiği öğrenilince Hz. Peygamber, Medine’de kalınıp savunma yapılması kanaatinde olmasına rağmen müşriklerin şehir dışında karşılanmasını daha yerinde bulan çoğunluğun görüşüne uymuş ve savaş Uhud’da gerçekleşmiştir (Vâkıdî, I, 209-214; İbn Hişâm, III, 67-68). Hudeybiye’de yapılan antlaşma sebebiyle hayal kırıklığı ve büyük üzüntü yaşayan sahâbîlerin Resûlullah’ın üç defa emretmesine rağmen kurbanlarını kesip tıraş olmak için kalkmamaları üzerine eşi Ümmü Seleme ile konuşup tavsiyesine uyması da belirtilmesi gereken ilginç bir örnektir (Buhârî, “Şürûṭ”, 15).”
Kısaca özetleyelim: Allah kitabında ve Peygamber yaşantısında, toplum için ortak yarar gerektiren meselelerde kararın herkesin fikrini alarak oluşturulması gerektiğini, ortak sorumluluk gerektiren konularda tek taraflı iradeye dayalı uygulamanın uygun görülmediğini, Hz. Peygamber’in bile dünyevî meselelerin çözümünde gerekli bilgilerin tamamına sahip bulunmadığı ve başkalarının fikir ve birikimlerinden de yararlanmak zorunda olduğunu bildirmektedir. Aynı zamanda, bu anlamıyla şûrâ, dini ibadetlerle birlikte zikredilerek bir toplumsal ibadet olarak tanımlanmaktadır. Bununla birlikte, yukarıda değindiğim gibi siyasi şartların zorlamasıyla şûrâ kavramının fıkıh doktrininde terim tanımı yapılmamıştır. Pekiyi, bugün 83 milyonluk Türkiye’de şûrâ, ayet ve hadislerde belirtildiği üzere, nasıl hayat bulur? Çok açık: Seçilmiş meclis ve hükümete dayalı temsili demokrasi ile… Buradan devam edeceğiz.