Bugün yakın çevremizde olsun, siyaset ve cemiyet hayatının meşhur isimlerinde olsun benim naçizane izlenimim şudur: Sözde çok dindar görünen, bunu sosyal medyada paylaşımlarıyla pekiştiren bazı kişiler diğer yandan dinin en başta yasakladığı israfı, aşırılıkları ve gösteriş tutkusunu sergilemektedirler.

Ramazan Ayında bu ayın mana ve önemine uygun yazılar yazmak benim için bir itiyat haline geldi. Bugün, hepimiz için geçerli olabilecek bir durumu incelemek istiyorum: İnsanların inandıkları ile yaptıklarının çelişkili olması. Özellikle kendini Müslüman olarak tanımlayan bizler için Ramazan Ayı bir feragat, özeleştiri, kendi hatalarımızla yüzleşme ayıdır. Ramazan’da yapılan ibadetlerin anlamlı olması için insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi, hatalarını görüp kendisini olumlu anlamda değiştirmesi gerekir. Bu anlamda öncelikle kendimizi ve sonra yakın çevremizi gözlemlediğimizde bu yönde bir tefekkür faaliyeti gördüğümüz söylenebilir mi? Umarım soruya verdiğiniz cevap müspet olmuştur.

Bugün yakın çevremizde olsun, siyaset ve cemiyet hayatının meşhur isimlerinde olsun benim naçizane izlenimim şudur: Sözde çok dindar görünen, bunu sosyal medyada paylaşımlarıyla pekiştiren bazı kişiler diğer yandan dinin en başta yasakladığı israfı, aşırılıkları ve gösteriş tutkusunu sergilemektedirler. Bu insanların inandıklarını söyledikleri (iman) ile yaptıkları (amel) birbirinden farklıdır. Bu durum bana İslam kelâm tarihinde en temel tartışmalardan birini hatırlattı: İman ve Amel ilişkisi…

İMAN VE AMEL BİRBİRİNDEN FARKLI MIDIR?

İslam’da itikad mezheplerinin oluştuğu ilk asırlarda Mûtezile’nin başlattığı bir tartışmadır “iman – amel ilişkisi”. Bu tartışmanın bir başka yansıması da “imanın azalıp azalmayacağı” sorunu idi. Mûtezile’ye göre insanların yaptıkları eylemleri (yani amelleri) imanlarını arttırabilir veya azaltabilirdi. Yani günah işleyen birinin imanı her günah işledikçe daha da azalmakta, buna karşın sevap işleyen birinin imanı da her sevap işledikçe daha da artmaktadır. Eğer işlenen günah “büyük günahlar” kategorisine giriyorsa Mûtezile’ye göre o kişi imanını kaybeder ve dinden çıkar. Tevbe edip, o günahı bir daha işlememesi koşuluyla tekrar dine girebilir.

Büyük günah işleyenlerin dinden çıkmasını savunmak çok aşırı bir yaklaşımdır. Bir kere “büyük günah” tabiri bile dine sonradan eklenmiş kavramlardandır. Çoğu “büyük günah” ve “haram” Kur’an ve Sünnet kaynaklı açık nasla belirlenmiş değildir, hocaların fetvalarıyla tanımlanmıştır. Bu haram ve büyük günah tanımları da mezhepten mezhebe değişebilmektedir. Kur’an ve Sünnet’te “büyük günah” olarak tabir edilebilecek ve bizzat Allah’ın lanetlediği günahlar şunlardır: Allah’a ortak koşmak (şirk), yalan söylemek, cinayet, riba ve çalışma olmadan elde edilen her türlü kazanç, yetim hakkı yemek, ticarette hile ile kazanç elde etmek, kibir ve zinadır. İlmihal kitaplarında geçen diğer büyük günahlar ise içtihat yolu ile Hocalar tarafından tanımlanmıştır. Şimdi, kesin nassa dayanmayan bir sürü günah ve haramı işleyen bireyler dinden çıkıp kâfir mi olmaktaydılar? Mutezile’ye göre öyle… Bu çok katı bir hükümdür. Yukarıdaki Allah’a ortak koşmak yani şirk dışında diğer bütün günahlar inançla alakalı değil, yapılan eylemle alâkalıdır. Yani Mûtezile’nin tanımının geçerli olabileceği tek madde bu maddedir. Bunun dışında, diğer bütün maddeler, inanç düzeyinde değil eylem düzeyindedir.

Ehl-i Sünnet bakışı burada Mûtezile’ye şu şekilde cevap verir: İnanç ve amel birbirinden ayrıdır. Bir Müslüman büyük günah işlese dahi imanını kaybedip dinden çıkmaz, bir gayr-ı müslim de ne kadar iyilik yaparsa yapsın iman sahibi olamaz. Çünkü iman insanın yaptıklarıyla bağlantılı değildir, ancak insanın kalbinde samimi bir şekilde yer alan inançlarıyla ilgilidir. Yine buna bağlı olarak bir insanın eylemlerine bağlı olarak imanı artmaz veya çoğalmaz. Bu yüzden kimse, “falanca kişi daha imanlı, filanca kişinin imanı daha az” deme salahiyetine de sahip değildir.

EHL-İ SÜNNET BAKIŞININ OLUMLU VE OLUMSUZ İKİ SONUCU

Tabiî ki, bana göre, Ehl-i Sünnet’in iman ve amel arasındaki ilişki hakkında görüşü doğruydu. Ancak tarihsel süreç içinde bu bakış açısının olumlu ve olumsuz iki sonucu doğdu. Olumlu olan sonuç, özellikle Türkler arasında, insanın eylemlerine bakıp onun ayıplanmaması, başkalarında görülen hataların örtülmesi, insanın ilk önce kendi hatalarına odaklanması gereğini savunan tasavvufi bakıştır. Yani atalar sözünde “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı…” dediği gibi insan başkalarına din ahlâk muhabbeti yapıp sonra da her naneyi yememelidir. İlk önce kendini düzeltmelidir. İnsanın kendine yönelik bir özeleştiri ve nefis murakabesine dayalı bu tasavvufi bakış sevgi ve merhamete dayalı bir İslam yorumu doğurdu. Yunus Emre’ler, Geyikli Babalar, Hacı Bektaş’lar, Hacı Bayramlar, Ahi Evranlar hep bu anlayışın ürünüydü. Adıyla söyleyecek olursak Yesevi – Hayderi – Bektaşi geleneği. Bu ana sütun etrafında farklı dallar ve farklı tasavvuf yorumları da olmuştur. Ama Anadolu Türk coğrafyasında her şeyden önce yukarıda bahsedilen “sevgi ve merhamete dayalı İslam yorumu” bütün tarikatlarda hâkimdi.

Tabii amelle imanın ayrılmasının pratik hayatta bir de olumsuz sonucu oldu: “Arkadaş, ben ne yaparsam yapayım, Müslüman kalmaya devam edeceğim. Günahlarımı da Allah nasılsa affeder!” sözleriyle özetleyeceğim bir bakış açısı. Bu bakışa göre, dışarıdan sizi şeklen Müslüman gösterecek, özellikle çevrenizde sizi dindar bir insan gibi gösterecek eylemlere önem verirsiniz: Kılığınız kıyafetiniz, saçınız – sakalınızın şekli, yediğiniz – içtiğiniz, gündelik konuşmalarda kullandığınız kelimeler, oy verdiğiniz parti, sosyal medyada paylaşımlarınız ve benzeri… Bunlar sizin imanınızı tescil edecek hadiselerdir. Bunu tescil ettikten sonra, artık atış serbesttir: Ne kadar günah, haram veya kötü görülecek eylem varsa yapabilirsiniz. Çünkü artık imanınız kılığınızla, sakalınızla, oy verdiğiniz parti ve sosyal medya paylaşımlarıyla garantilenmiştir. Ne kadar günah işlerseniz işleyin, yine Müslüman kalacaksınız, Allah da nasılsa sizi affedecektir… Ne güzel İstanbul be!...

YAŞAMI VE İMANI BİR OLMAK

Ehl-i Sünnet bakışı doğrudur… Pekiyi kahir çoğunluğu Ehl-i Sünnet’e mensup olan Müslümanlar arasında nasıl böyle bir tip peyda olabilir? Zannımca, onlar imanı farklı olarak tanımlamaktadırlar. Dikkat ederseniz kılık kıyafet, sakal, parti ve sosyal medya paylaşımları hep dışarıya dönük eylemlerdir. Yani “başkaları tarafından Müslüman olarak görülmek” için yapılacak eylemlerdir. Ancak iman “başkalarına yapılan bir propaganda, bir tanıtım kampanyası” değil, aksine Allah’a, evrenin yaradılışına, peygamberlere, meleklere ve kadere olan inançlarımızın bütünleşik toplamıdır. Bu arkadaşlar, çevrelerinde “Müslüman oldukları imajını” yaratarak “iman sahibi olacaklarını” sanmaktadırlar. Bir kere iman kısmı halledildi mi? Ondan sonra her şey serbesttir.

Ancak unutulan bir şey vardır: “Din her şeyden önce güzel ahlâktır.” “Kurtuluşa erenler, sahip oldukları nimetleri muhtaç olanlarla paylaşanlar, birbiriyle dayanışmaya girenlerdir.” “Her müminin vazifesi de iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmaktır.” Bunlar ve benzeri iyi ahlakı, tevazuu, diğerkâmlığı, dayanışma ve paylaşımı emreden ayetler unutulur veya hiç kaale alınmaz. Tabir- i caizse “skinny kot pantolon üstüne Ehl-i Sünnet Sakalı ve Amerikan tıraşı” oturtulmuştur.

Belki de bizim hatamız, amelle iman ayrıdır derken “imanın ne olduğunu anlatamamak” ve “amelsiz iman olsa bile imansız amel olamayacağını” insanlara belletememektir. Bu durum farkında olmadan birçok Müslümanı riya içine düşürmektedir. Riya da şirke giden yoldur. Allah hepimizi riyadan (ikiyüzlülük, yalancılık) ve şirkten (Allah ortak koşmak) korusun.