Henüz daha o makama ermedik. İnananlar için Kuran-ı Kerim'de "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar" diye geçen ayetteki mahzun kelimesi bazı yerlerde hüzün diye de geçer.
DOST ŞİİRİ
Sevgili Birsel Alver Yazıcı dostumun bir şiirini paylaşıyorum bugün buraya. Herkesin kapıları açacağı bir notası, bir sesi vardır elbette.
Musiki
Sürmeli gözün içinde saklanıyor
Eşikteki mızıkanın “do” sesi
Şeker koyduğum ceplerimden bir bir çıkıyor
Notaların cesedi
Biri ceviz yaprağına sarmış beni,
sesime bir sol anahtar uydursak diyorum
Bu kapının başka türlü açılacağı yok
HÜZÜN BİR NOKTADIR
Henüz daha o makama ermedik. İnananlar için Kuran-ı Kerim’de “Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar" diye geçen ayetteki mahzun kelimesi bazı yerlerde hüzün diye de geçer. Hüzün yani mahzun olma hali elbette içinde inkârı veya reddi barındırmıyor. Ancak bir iç kırgınlığa bir yalnızlığa karşılık geliyor elbette. Hepimiz insanız, kuluz; içimizde hesaplaşmalarımız, sorgulamalarımız olacaktır nihayetinde.
Döngü önemli
Ümit ve korku arasında gidip geliriz. Aslında bu iki duygu arasındaki döngü bizim tekâmülümüz içindir. Tekâmülden varmak istenilen nokta ben kimim, benim bu alemdeki yerim nedir sorusunun cevabını bulmaktır. En azından benim için böyle olduğunu düşünüyorum. Sorular hiçbir zaman bitmez. Bittiği yerde tekâmülde durur. Harekettir önemli olan. Ne varlık ne yokluk ne ölüm ne sakinlik söz konusudur. Hayat bu döngüdedir. Döngüde hep kendimizi, eksik tamamlanmamış hissederiz. Hayrete ermektir bizden beklenen. Bu erme kimine göre hüzzam makamından başlar kimine göre karşı cinsle olan bir aşktan başlar. Kim bilir?
İleriye mi tekâmül, geriye mi?
Hiçbir şey kesin değildir. Kesinlik yoktur. Öğrenciler soruyorlar böyle mi doğru yoksa böyle mi diyorlar. Öğrenciye kesin cevap vermek öğrenci için beklenilen bir şeydir. Ancak onlara kesin cevabı verecek olursak kendimizle çelişiriz. Öğretmen kesin cevabı veren değildir. Öğretmen, öğrencideki öğrenme, merak ve hayret duygularını kesintisiz bir serüvene sokacak kişidir. Yaratıcımızda isteseydi şeklen karşımıza çıkar ‘işte ben’ derdi. Ama demedi. Bilinmek istedi. Bilinmek için merak edilmek, anlaşılmak istedi.
Her eylemde bir döngü vardır. Ama her döngü insanı ileri tekâmül ettirmez, geriye de tekâmül ettirebilir. Tekâmül ettiği noktaya geldiğinde insan “ben başardım” dediği an geriye tekâmül başlar. Çünkü kendinde bir varlık görmüştür. Oysa hareketin sonucunda öğrenmemiz gereken şey; Allah’ın yaratmış olduğu ve hala yaratmaya devam ettiği tüm oluşlar karşısındaki şaşkınlığımızdır. Kendi kıt ve noksan aklımızın bu insicâm karşısındaki hayretimizdi bizi tekâmül ettiren. Neydi döngünün anahtarı; hareket. Hareketi kendimizde sınırladığımız zaman tekâmül durur. Yani kendimizden kendimize bir tekâmül olmaz. Olurda geriye olur. Durmak geriye ilerlemek demektir. Kendinden yapıyı sökmek demektir. Kendinden tüm parçaları söküp, dağıttığında ortada bir ben kalmayacaktır. Çünkü hareketin öznesi olmaz.
Bu bir deneme yazısıdır
Hüzünden kurtuluş harekettir. Yerinden kalkıp hüzünden başka bir duyguya geçmenin yolu yolda olmaktır. Yukarıdaki tüm bu satırların sorumluluğu bana aittir. Bu bir deneme yazısıdır. Hüzün, harekete geçmek için kendimden kainata açmaya çalıştığım bir noktadır vesselam.
VAZİFEM
Üşümedim, sımsıcaktı. Eritti beni. Kendinden konuşuyordu ama öyle bir bendi ki! “Sadece kendini anlattı” dediler bana. “Olsun o bendim zaten” diye cevap verdim anlamadılar. Üzerindeki giysi içindeki hakikati dışarıya çıkarıyordu. Hakikat ki sadece O vardı. Sözler, cümleler, kelimeler, kitaplar yoktu, kokusu vardı. Miss gibi taptaze bir başlangıcın kokusuydu bu. Aradığım hep aradığım o kokuydu, bunu anlamıştım. Sadeliğin kokusuydu bu. Bana kendimi hatırlatan yalın, şeffaf, doğal olduğum gibi olmam gerektiğini hatırlatan, bir kokunun keşfiydi o an. O’nun sözleri asra yemin etmişti. Bende o asrın içindeydim. “Sen kendini anlat. Kendi hikayeni anlat” diyordu. Uzun bir zamanım yoktu. Hiç birimizin uzun zamanı yoktu. Karmaşık düşünceler, hesaplar, endişeler beni hep O’ndan alıkoymuş. O’nun sesi “olduğun gibi görün ve halinle güzel, doğru ve iyi olanın kokusunu yay. Senin vazifen bu” diyordu. Üşümedim. Sımsıcak bir çağrıydı bu asırlar ötesinden gelen. Anlayan, hisseden üşümez ama o çağrı karşısında erir yeniden varlıkta dirilirdi.
ENGEL TANIMAYAN MUKADDES
Mukaddes Özçelik 1981 doğumlu genç bir hanım. Serebral Palsisi tanısı ile doğmuş. Yani eve mahkum bir hayat. Konuşamıyor, yürüyemiyor, günlük ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Okumayı, yazmayı arkadaşı Zeynep sayesinde öğrenmiş. Daha üç yıl öncesine kadar hiç okula gidememiş. Şimdi Eskişehir’de benzer rahatsızlığa sahip engellilerin gidebildiği bir kuruma devam ediyor. Dört yılda büyük bir azimle adına “Gurbet Yolu” dediği kitabını yazdı. Bir kelime bir cümle için haftalarını harcadığını biliyoruz. Yattığı, oturduğu yerden kitabı bitirince ve birde basılınca nice engelli gençlere umut, azim aşıladığını tahmin edebiliyoruz. Güzellikleri, iyilikleri ve doğrulukları duyurmak için yoldayız bizde. İşte bu yüzden Mukaddes sayfamıza konuk oldu. Kısa söyleşimiz umut olmaya devam ettirsin
· Başkalarının engel diye gördüğü şeyleri siz nasıl aştınız ve bu kitabı yazdınız? İçinizdeki o azmi nasıl tarif edebilirsiniz?
Ben engelli bir gencim, bunu görmezden gelemem. Ama benim engellerim sadece fiziksel. Allah bana akıl vermiş, kalp vermiş ve bütün kalbimle herkesi çok seviyorum. Konuşamıyorum ama aklım var, beynim çalışıyor, bu nedenle bende elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum.
· Biz sıradan insanlar çok şikâyet ediyoruz. Olur olmaz her şeye bir bahane buluyoruz. Şükretmek ve azimli olmak için ne tavsiye edersiniz?
İnanmak bence çok önemli. Konuşamıyorum, yürüyemiyorum ama aklımda ve kalbimde engel yok. İnsan elindekilerle yetinmeyi bilmeli. Benim sağlam bir kalbim ve aklım var. Bunlara şükredip, aklımı ve kalbimi kullanmaya çalışıyorum. Herkese tavsiyem, sahip oldukları her şeyin kıymetini bilmeleri ve bunlara sahip oldukları için ne kadar şanslı olduklarını düşünerek şükretmeleri.
· Kitabı yazdınız ve yayımlandı. Bundan sonra nasıl bir hedef koydunuz kendinize?
Kitabı yazdım, yayımlanmasını da çok istedim ama bunun olabileceğine pek de inanmıyordum. Bu kitabın yayımlanması ve bu kadar çok yayılması, belki de bu güne kadar beni en çok mutlu eden olaylardan biridir, başardım. Şimdi yeni bir kitap yazarsam yayımlanması inancım daha fazla. Bu nedenle yine yazıyorum. Bu güne kadar yapabildiğim ve başardığım tek şey bu.
· Sizin için engel nedir?
Bence engel kalbin kapalı olması. Benim kalbimde engel yok. İnsanları seviyorum. Gerçek engelliler, engellilere yardım etmeyenlerdir.
· Mutluluğu nasıl tarif edersiniz?
Benim için mutluluk ailem ve onlarla birlikte olmaktır. Bir de okulda derslerimi başarınca çok mutlu oluyorum. Fiziksel engellerime rağmen bir şeyler başarabilmek beni çok mutlu ediyor.
· Hayatınızdaki en önemli şey olmazsa olmazınız nedir?
Kalbimdeki inanç ve ailem benim hayatımdaki en önemli şeyler. Arkadaşlarımı ve bütün insanları da çok seviyorum.
PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK
İstanbul’da psikolojik danışmanlığa gidenler ile Anadolu’da gidenler arasında danışanların konu farklılıkları olduğunu öğreniyoruz. İstanbul’da danışanların çoğunluğu boşluk hissi ile hayatın anlamını bulamamanın verdiği sıkıntı ve ağır depresyonlar nedeniyle danışmanlara başvuruyorlar. Afyon’da psikolojik danışmanlık yapan bir hanım kendisine daha çok evlilikle ilgili yaşanan sıkıntılar nedeniyle başvurulduğunu söyledi. Ağır depresyonlar pek olmuyormuş Afyon ilimizde. Aslında bu güzel ve sevindirici bir tablo. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi nüfusun yoğun olduğu illerimizde yaşanan karmaşa, kapitalizmin sunduğu tüketim çılgınlığı ve yol açtığı boşluk gençler arasında ciddi sıkıntılar yaratıyor. Demek ki hala umut var. İstanbul’da yaşama zorunluluğunun nedenlerini ve artlarını, eksilerini bir çizelgeye döküp birde Anadolu’da yaşamanın pozitif ve negatif yanlarını bir yere yazmak lazım. Pozitifler hangi yönde fazlaysa onu tercih etmeliyiz. Seçimimizi ruh ve beden sağlığımız yönünde yapmalıyız. Daha fazla kazanmak ve kazandıklarımızı doktorlara, ilaçlara vermek üzere harcamamalıyız.
SALON
İki binli yıllara kadar hemen hemen birçok evde salon denilen misafirin ağırlandığı, ev halkının kullanmadığı bir oda vardı. Diğer odalardan daha büyük olan bu oda temizlenir, düzenlenir özenle korunur ve özellikle de çocukların girmesine izin verilmezdi. Naftalin kokulu bu odaların kapıları çoğu zamanda kilitli olurdu. Çocuklar için gizemli bir odaydı salonlar. Kadife kaplı oymalı tarihi eser koltuk takımları, içleri kristal bardak takımları ile dolu büfeler, masa ve sehpaların üzerinde dantel örtüler, pencerelerin kenarlarında hiç örtülmeyen kalın kalın perdeler aşağıdan yukarı doğru asılı dururdu. Misafir geldiğinde hemen doğrudan salonun kapısı açılır ve büyük bir özen ve gururla evin hanımı tarafından içeriye buyur edilirdi. Çocuklarda bu girişten istifa ederek içeriye dalsalar dahi hemen sert bakışlar, kaş, göz oynatmalarına çarptırılarak salondan çıkartılırdı. İstanbul’da salon, Karadeniz’in bazı bölgelerinde Hayat odası da denilen bu mekanlar artık tedavülden kalktı. Bazı evlerde hala salon varsa da artık müze gibi durduğunu biliyoruz. Yeni nesilde zaten salon kavramı artık yok. İstanbul’da salon denilmesinin nedeni 50’li yıllardan sonra gerçekleştirilen eğlenceli, kutlama toplantılarının yapıldığı ve özellikle o dönemin sosyetesinin Fransızca olan bu kelimeyi batılılaşmanın bir ispatı olarak kullanmasıdır. Hayat odası denmesinin nedeni ise o odalarda misafirlerle paylaşılan anların hayatiyet kazandığını göstermek, anlatmak içindir belki de kim bilir? Hala o yörelerde hayat odaları var mı merak konusu doğrusu. Ama salonların kalmadığını artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Çoluk, çocuk misafir geldiğinde de oturulan yer artık büyük çoğunlukla eskiden salon denilen bugün oturma odası olan yer oluyor. Daha da ileri gidilirse artık kimse evde pek misafir ağırlamıyor denilse yeridir. Eş dost ile bir araya gelinecekse dışarıda mekanlarda buluşuluyor; yeniliyor, içiliyor. Kalabalıklar içinde arkadaşlıklar da o eski keyfiyetini kaybediyor.