Ataşehir'de bir inşaatın temeli için atılan istinat duvarı, patır patır gerilmeye, çatlamaya başlıyor.
Ataşehir’de bir inşaatın temeli için atılan istinat duvarı, patır patır gerilmeye, çatlamaya başlıyor.
Sonrasında da devasa bir kütle istinat duvarını yıkarak, duvarla beraber temele doğru akıyor.
Ben işin tekniğinden, mühendisliğinden anlamam ama görünen ya projesi yanlış ya da projeye riayet edilmemiş.
O sırada yukarıdaki araçlar da temele doğru düşebilirdi. Allah’tan kıl payı kurtuldular. Öyle gözüküyor.
Şimdi bunun tartışılacak bir tarafı yok.
O toprak kütlesini ve üzerindeki yapıları tutsun diye dışarıdan bakılınca haşmetli bir istinat duvarı inşa edilmiş ama…
Ama duvar dayanamamış.
Ya üzerine binen yük hesaplanamamış ya da o yüke uygun bir set tasarlanamamış.
Geçmiş olsun.
Bizim de fikir inşa ederken her ihtimali düşünmemiz gerekiyor.
Çünkü zamanla gerçekler illa ki ortaya çıkıyor.
Gidişatı yorumlarken geçmişte olanların adını koymak, temele sağlam bir tuğla koymaya benzer…
Mesela 11 Eylül saldırılarının El Kaide ve Usame Bin Ladin’in işi olduğuna inanmakla, Gezi olaylarının ağaç sevdalısı gençlerin masum hareketi olduğuna inanmak arasında fark yok.
O zaman kabulleriniz küresel güçlerin kabulleriyle örtüşür.
Gerçeğe ulaşmaktan çok, gönlünüzden geçenin peşindeyseniz mesele yok.
İstediğiniz gibi inanırsınız.
Ama ördüğünüz duvar yıkılır.
Abdullah Gül’ün gezi olayları sırasındaki tavrı, “uzlaşmacı” bir tavır olarak değerlendirilecekse, kendisine Pennsylvania’dan gelen mektubu da hoş görmek lazım. 15 Temmuz’a kontrollü darbe demek lazım. Şehitlerin ve gazilerin hakkı ve hukuku yerine Kılıçdaroğlu gibi yargılanan darbeciler için endişelenmek lazım.
Abdullah Gül neden konuşması gereken yerlerde ısrarla susuyor da susması gereken yerlerde konuşuyor.
Gittikçe bunun sebebi daha fazla görülebilir ve anlaşılabilir hale geliyor. Fakat bu durum muhalif cepheyi ayakta tutmaya gayret eden ya projesi yanlış ya da malzemeden çalınmış istinat duvarını akla getiriyor.
Çökecek. Duvar da çökecek, duvarın tutmaya çalıştığı blok da…
Çünkü bir gerilme artık aşikâr ve gerilmeye bağlı kopuşun ön sesleri kaçınılmaz sonu haber veriyor.
Rahmetli Mahir Kaynak 11 Eylül hadisesini defalarca tahlil etmiş ve dayatılan senaryonun komikliğini ortaya sermişti. Keza Michael Moore’un Fahrenheit 9/11 belgeseli de benzer minvaldedir.
O zaman Amerika’nın terör mağduru olduğunu veya ülke dışı operasyonlarının teröre karşı olduğunu söylemek veya buna inanmak ahmaklıkla eşdeğer değil midir?
İpin ucunu doğru tutarsanız, tuğlaları dizerken dikkatli davranırsanız, muhkem ve doğru sonuca ulaşabilirsiniz.
Hoşunuza gitse de gitmese de…
Zarrab davasında otomatik olarak tarafınız belli olur.
Kudüs meselesinde tarafınız belli olur.
Yerli misiniz? Milli misiniz? İngilizci misiniz? Almancı mısınız? Her kaptan yerim fark etmez diyenlerden misiniz? Fotoğrafınız noter ofislerinin yer aldığı binaların kuytu köşesindeki otomatik vesikalık kabinlerinden çıkan fotoğraflar gibi…
Yani makyajsız, rötuşsuz, fotoşopsuz olduğunuz gibi arz-ı endam eder.
Yani hem darbecileri savunup hem “insan” olamazsınız.
Yani hem yabancının kabını yalayıp hem vatansever olamazsınız.
Yani hem dün dündür deyip, yarın ise Türkiye’nin umudu olamazsınız.
Vatandaşın biri acır, merhametle yanınıza gelir, siz de hayranlık ve itibara yorarsınız fakat asıl istinat duvarını tek cümleyle çakar zihninize:
“Dava arkadaşınıza ihanet etmeyin lütfen…”
O vatandaşın biri, zamanı geldiğinde sandığa gömecek veya sandığı patlatacak olandır.
Dolayısıyla millete rağmen, “olamazsınız!”