Her şey bu kadar mıydı? diyebilirsiniz. Evet aslında bu kadardı ve "nerede kalmıştık…" mottosuyla yoluna devam eden bir ülke var artık önümüzde. Bu seçim öyle bir seçim oldu ki tüm ezberleri altüst etti, toplumun iradesini sandığa yansıttığı en demokratik seçim olma özelliğini de beraberinde getirdi.

Hayatında bir dikili ağacı bulunmayanların, “ne yaptınız bugüne kadar?” sorusuna düşünüp bile cevap veremeyenlerin, uzaydan bahsederek kekle dalga geçenlerin yenileceği çoktan belli olmuştu. Çünkü uzaydan bahsedenler, zaten uzayda yaşıyor gibiydi. Türkiye toplumunun gerçeklerinden uzak ve milleti her sandık öncesi “aptal” yerine koyan bir zihniyetin kazanma şansı yoktu. Tüm “fizik” kurallarını yerle bir eden bu toplumu anlamaları zaman alacak demiyorum artık, çünkü hiçbir zaman anlamayacakları yerçekimi kanunu gibi ispatlanmış durumda.

Her seçim öncesi “bu sefer oluyor, kazanacağız, başardık” diyenlerin, seçim günü “Anadolu Ajansı manipülasyon yapıyor” iftiralarına açık açık şahit olduk. Daha sandıkların kapatıldığı ilk anda toplumu tehdit girişimleri de sonuç vermedi. Hatta sandıklara 5 dakika daha uzatma dakikası koyup “oy değişikliği yapabilirsiniz” hakkı getirselerdi yüzde 30’un bile bu tehditten sonra çok çok altına düşerlerdi. En sonunda ise bilinen o klişe, ucuz ve basit finallerini sergilediler: “Bu halk böyle yaşamak istiyor, Aziz Nesin haklıymış, dolardan memnunsunuz” gibi üstenci yaklaşımlar işte. Ne anlatıyoruz sanki, onların 50 günde bu pespaye sözlerine toplum oy kabininde saniye ile cevap verdi.

Öyle ki yazılan yazılar bile okyanusta damla kalır. Daha adayları belli olmadan, “adayınız kim?” sorusuna “kiraz mevsimi” gibi tuhaf cevap verenlere millet notunu vermişti aslında. Çünkü o kiraz; ne organikti ne de bu topraklarda yetişmişti. Son derece hormonlu bir ithal kirazdı. Karşısında 16 sene boyunca bu topraklarda yetiştiğini her fırsatta gösteren, bu toprakların insanı olan ve topluma sınıf atlamayı vadeden bir lider vardı. O liderin ne kıraathane vaadini anladılar, ne de kıraathanedeki kek ikramını. Bundan önce “makarnaya oy verenler…” diye aşağıladıkları seçmenin lideriydi, aynı tuzağa düşüp kekle dalga geçtiler. Oysa makarnanın ve kekin mis gibi kokusu Türkiye’ye yayılmıştı bile çoktan. Makarnanın üstüne yenen o kekin gelişmiş bir ülke olduğu anlamına gelmesini bile anlayamadılar. Fizikten, kuantumdan, enerji denkleminden, basit makinalardan bahseden o “ultra-akıllı” arkadaşlar, oy verdikleri adayın seçim gecesi kaçırıldığını düşünecek kadar gezi - zekalılığa tutulmuşlardı. Adayları kendilerine “şizofren” dedi ama bar taburesi üzerinde “Yaşa Mustafa Kemal Paşa…” diye çığlık atanların onun ne anlama geldiğini bildiklerini bile sanmam.

Seçimden sonra yazılan tüm analizleri tek tek okudum. Bir devrimden bahsediliyordu. Evet, Cumhurbaşkanlığı Sistemi çok büyük devrimdi ama asıl devrim bu değildi. AK Parti ve Erdoğan’a oy veren o nice milyonlar ilk kez kime oy verdiğini göğsünü gere gere söylüyor, ilk kez oyuna bu denli çata çat sahip çıkıyordu. Asıl devrim, kazanılan özgüvendi. Asıl devrim, bu ülkede Erdoğan’ların bitmeyeceğini gösteren o cesur ve kararlı duruştu. Bunu fiziğin hiçbir ilkesi anlatamaz, bunu uzay bilimi de anlatamaz. O nedenle kutlu olsun, yürünecek çok yol var daha, hele hele birileri “elbet bir gün buluşacağız…” modern arabeskine kapılmışken… Arabeski bile ithal hale getirenlerden ne beklenir ki diyecek olursanız, seçim gecesi sandık başındayım deyip bir otelin üst katında geceyi geçirenlere sorun, cevap verebilirlerse tabi…

SAADET PARTİSİ’NİN DURUMU

En çok ama gerçekten en çok sinirlendiğim konu da bu. Bazı AK Partililer hala daha seçim günü bile Saadet Partisi’nin kendilerine destek vermediğinden şikâyet ediyorlardı. Bu konuyu sakız gibi uzattıkça Saadet Partisi’nin reklamını yaptıklarından da bihaberler aslında.

Saadet Partisi’nin aldığı oy oranına bakıyorum, muhtemelen düğünüm olsa daha fazla kişi gelirdi. Bunu bu kadar konu yapacak ne var? Toplum sandıkta gereken cevabı vermiş, geçmiş. Ayrıca, FETÖ’cülerin içeriye tıkılmasını eleştirerek “28 Şubat’tan bile daha kötü durumdayız” diyen bir genel başkana sahip olan bu partinin AK Parti’ye destek vermemesi, ortak hareket etmemesi bir onurdur. Bunun bile konuşulacak şeyi yoktur, bazılarını debelendikleri çukurda bırakmak en iyisidir.

HDP PKK’NIN PARTİSİ Mİ YOKSA KEMALİSTLERİN Mİ?

Bu soruyla bundan sonra daha çok karşılaşacağız. Zira Atatürkçü olduğunu iddia edenlerin HDP’ye koşulsuz desteğini görmüş olduk bu seçimde. Salt Erdoğan nefretinden kaynaklı olarak, HDP’yi meclise sokup AK Parti’nin milletvekili sayısını düşürmeyi amaçlayanlar PKK’nın mecliste temsil edilmesinden hoşnut mu dersiniz?

Samimi Mustafa Kemal’in askerlerine sözüm yok ama bazıları Apo’nun askeri olmuş durumda sanki. Durum onu gösteriyor.

AK Parti İstanbul İl Başkanlığı…

Beni bilen bilir, AK Parti teşkilatlarını 16 Nisan referandumu öncesinden başlayarak seçim öncesine kadar çok eleştirdim. Eleştirilerim gerek gördüğüm halde devam edecek…

Ama bir il başkanı, özellikle tüm bu eleştirilerimi sanki boşa çıkarırcasına seçim öncesi, gecenin bir vakti direklere kollarını sıvamış bayrak asıyordu… Fotoğrafa zoom yaptım, baktım, samimiydi… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hep bahsettiği gibi; lider yürürse millet yürür sözüne uygundu. Teşkilatın başkanı böyle olursa teşkilat nasıl çalışmazdı?

Bahsettiğim kişi AK Parti İstanbul İl Başkanı Bayram Şenocak… Kendisini tanımıyorum, bir kere bile karşılaşmadım. Ama sabahlara kadar çalıştılar, geceyle gündüzü birleştirip adeta zamanı durdurdular. Mutlaka eksiklikler oldu, mutlaka yanlış yapılan şeyler var ama günün sonunda önemli olan niyet. Şenocak’ın o samimiyetine ve mücadelesine inandım, AK Parti, İstanbul’da psikolojik sınır olan yüzde 50’yi aşmakla kalmadı sadece, çok iyi bir il başkanı da kazandı.

Kendisini tebrik ediyorum. Her şeyden önce samimiyeti, mücadelesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yalnız bırakmamak adına gösterdiği azim için. Hani vatandaş haklı olarak diyor ya, “teşkilatlar çok kibirlendi” diye… Kibirli olan teşkilatlar Şenocak’ı emsal alsın, kâfi… (13 Mayıs’ta kaybettiğim dedem ne çok kullanırdı ‘kâfi’ sözünü… Meğer ne çok şey anlatırmış bu söz…)

Son kararım… Gençlik meselesini yazmıyorum!

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AK Parti arasındaki yüzde 10’luk farkın sebebini enine boyuna masaya yatıracağız önümüzdeki günlerde. Erdoğan’ın dediği gibi, toplum bir mesaj vermek istedi. Açıkçası bu mesajı ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın balkon konuşmasında çok net bir şekilde gördüm. Erdoğan, yanına eşi Emine Erdoğan’dan başka kimseyi almamıştı o gün milletine seslenirken. Anlamak isteyene bu çok şey anlatır ama gerçekten anlamak isteyene…

AK Parti’nin eksiklikleri bir kenarda dursun. Hayatımdan tutun tüm okuduklarıma kadar bir iktidar partisinin ya da partinin seçim dönemi gençliğinin bu denli etkisiz oluşuna hiç şahit olmamıştım. Diyorum ya, bu seçim ilklerin seçimiydi diye, bu da bir ilkti. AK Parti Gençlik Kolları seçim dönemi boyunca oy verecek gençleri kazanmak için ne yaptı inanın bilmiyorum ama AK Parti gençliği denince aklıma gelen ilk şey siyah ya da gri takım elbise içinde beyaz gömlekli 3-5 kişinin yan yana yürüyüşü geliyor. Yahu genç takım elbise giymez, giyemez. Takım elbiseli bu gençlik kollarını gören hiçbir genç, o partiye oy vermez. Gençliğin neler istediğini ve siyasete nasıl baktığını görmek istiyorsak, o takım elbiseleri çıkararak başlamalıyız önce.

Ama artık karar aldım, AK Parti Gençlik Kolları ile ilgili bir yazı yazmayacağım. Düzeleceğine dair zerre umudum yok çünkü.

Yeni mizah karakterimiz: Kemal Kılıçdaroğlu…

“Bu seçimin kaybedeni AK Parti’dir” diyerek tüm mizah literatürünü derinden sarsan bu şahısla ilgili ne yazsam bilemedim. Google’a bile bakarak kaç seçim kaybettiğini bulamıyorum, arama motorları bile karşısında etkisiz eleman kalıyor bu atanamamış müdür arkadaşın.

Kendi haline bırakıyorum, CHP’li arkadaşlara önerim, kurultay salonunun önünden geçirmeyin, yaşta Kemal’e erdi, tansiyonu çıkmasın.