Rüzgarların ayakları altında dolaşan yaprakların son çırpınış sesleri kulaklarımıza kadar geliyor.
Güz kapıdan içeri adımını attı. Hüzün rengine büründü tabiat ve hatta hava.
Bu değişim sanki günün renk tonuna bile yansımış gibi. Bilmem, benim gibi hissedenler, gözlemleyenler oldu mu bunu. Özellikle son bir haftadır. Gün ışıkları daha bir eylül... Daha bir melül...
Rüzgarların ayakları altında dolaşan yaprakların son çırpınış sesleri kulaklarımıza kadar geliyor. Hışırtıları... Dallarında kalanlarda hangi günün yeline, seline yem olacak bilmiyor. Onlarda ürküntü içinde...
Anlayacağınız hüzün, eylüle sermiş postunu. Eylülün sevdiklerine de değmiş eli. Acımasız, birazda deli mi; deli!
Eylül ise sararıp, solmaya yüz tutmuş... İçi geçmiş... Yani geçmiş eylülden... Havası hep öyle hazan hazan, güz güz esince...
İyice dönmüş başı, iyice... Dili de tutulmuş başını kaldırıp, ekimin, kasımın da kendine doğru yöneldiğini görünce... Geçmiş eylül kendinden, iyice geçmiş... İçine, dışına hüzün çökünce...
Sahibi alın yazısını, böyle ilmek ilmek örünce...
Eylül içi kısa bir yolculuktu. Diğer adıyla güz mevsiminin yüzünü gösterdiği ilk aylara doğru... Sanki her yıl hayatımızın her dönemini, her ay bizlere doğa yoluyla gösteriyor gibi. İnsan hayatını, olacakları. Belki de hepimizin yaşayacaklarını. Ne kadar ilginç değil mi? İlkbaharı, kışı, yazı da bu şekilde bir düşünün bakalım. Güzde hayatımızın bir dönemi kim bilir! 'Günyüzü' ismini taşıyan şiir kitabımdan bir şiirle noktalayalım bu konuyu. Başka bir konuya daha değineceğim sonrasında...
GÜZ
Çiçek açar sende/Sende solar/Sarı Sarı hüzün/Eksik olmaz çile yağmurların/Hep ıslanır közün/Zemheri çalar ansızın ıslığını/Ölüm eser bağrında/Ağarmış yaşlar akar/Göz pınarlarından/ Hazan hazan bakar/Eylül'e döner o yüzün/Biter sözün/Gelince güzün.
***
Son zamanlarda 'ünlü şiddeti' de tırmanış gösteriyor. Ya da bana öyle geliyor. Kadına şiddet konusu gündemde iken, kelli-felli ünlülerin de bu kervana katıldığını üzülerek gözlemliyorum.
Hem de takım tutar gibi taraftarları ile birlikte. Haklı, haksız bulan cenah olarak. Bir de bir süre sonra 'kıvıran' taraf olarak. Bu ayıplarını daha da körüklüyor. Kamu vicdanından özür beyanları beklenirken. Kınama beklerken. Bu konuya dair 'Sormak Lazım' isimli 2011 yılında 'Fide' yayınlarından çıkan röportajlar kitabımdan bir detayı aktaracağım.
Daha doğrusu hukukçu, şair ve sendikacı kimliği olan merhum; M.Kaya Canpolat ile 2009 yılında yapmış olduğum bir röportajdan alıntı. Yerinde tespitler olduğuna şahsen inandığım için buraya taşıyacağım. Belki bu 'ünlü şiddetini' anlamada bizlere bazı ipuçları verir, o notlar. Bu ipuçları onların yaptıklarını asla haklı göstermez lakin. Anlamak sözcüğü burada yanlış anlaşılmasın.
Efendim Müşür Bey bir vakitler DİSK'de görevliyken, Yılmaz Güney ile de tanıştığından ve bir film çekme konusundaki talebinden dolayı (DİSK yöneticileri ve işçilerle film çekme talebi) bir görüşme yapıyorlar. Ve aralarında bazı diyaloglar geçiyor. Bu yüz-yüze görüşme Beyoğlu'nda 'Sine Han'da gerçekleşiyor. Müşür Bey o esnada eksiklerini, gediklerini, taleplerini sıralıyor Güney'in yüzüne karşı. Güney'in talep ettiği şeylerin olabilmesi için tabii ki. En son sıraladığı eleştirel hususta onun ünlü oluşuna dair. Biliyorsunuz, o vakitler Yılmaz Güney epeyce meşhur.
Müşür Bey onun ününün bazı şeyler için engel olacağını çünkü ünü ucundan dahi tadanların doyumsuz bir şey olduğunu bileceklerini, ünün en büyük zararını da sahibinin çekeceğini nedeninin ise ünün insanı kendisine yabancılaştırdığını ün sahibi kimselerin bütün ilişkilerini kendilerinin düzenleme hakkına kavuşmuş kişiler sayıldığını söylüyor ve Yılmaz Güney'in talep ettiği şeyin bu yüzden zor olacağını kendisine söylüyor. Ün'ün en yüksek derecesini uçurtulan uçurtmaya da benzetiyor.
Ve bir benzetme yapıyor Müşür Bey. Elindeki ip boyutunda gökyüzüne salıverdiğin uçurtmayı belirli bir yükseklikten sonra geri çekemezsin, elinde değildir. Başka hava şartları uçurtmanı alır götürür. Orada başka bir hava katmanı vardır yani. O yönetir sonraki süreci. Uzaklara doğru alır götürür uçurtmanı. O yüzden senin kazandığın bu ününden dolayı talebini gerçekleştirecek işçi ve emekçiler seni aşağılara doğru artık çekemezler. Bu çok zordur. Senin halin o uçurtmanın hali gibi. Bu yüzden bizden talep ettiğini gerçekleştirmek bazı şartlara tabi olursan ancak olabilir' diye de ekliyor...
Şimdi tüm bunlardan ne çıkartmak lazım... Evet, çok yükseklere çıkınca ve ilişkileri düzenleme hakkına sahip bir insan olduğunuzu düşününce aşağılardan koparsınız, yani halktan. Yani nizamdan, düzenden ve hatta örf adet ve davranışlardan. Kendiniz, kendinize göre doğru bulduğunuzu yanlış olduğunu düşünecek fırsatı da kendinize vermeden uygularsınız. O his sizde yoktur birazda. Yukarılardaki hava başkadır, aşağılardaki havadan. Ha bu arada siz ünlüyü pek uyaranda olmaz hava değişimleriyle ilgili.
TV'lerdeki hava durumu gibi kolay değildir çünkü bu aşağılardaki hava değişimlerini size anlatmak. Bir de etrafınızdakiler dalkavuk ise hiç oralı olmazlar zaten. Havanız ve kendi havaları bozulmasın diye. Sizde kanıksamışsınızdır zaten o havayı, sürekli soluya soluya. İş böyle olunca sıradan bir şey gibi gelir bazı yanlış, nahoş davranışlarınızda. Sonra gerçek çıkar karşınıza yaptığınız bir yanlışla. Uçurtmanızın ipi kopar ve hızla aşağılara doğru sürüklenir, gerçekle yüzleşirsiniz. Acı da olsa. Uçurtmanız da paramparça olabilir sonrasında. Savrulur gider.
Hasıla 'ün' taşımak her babayiğidin harcı değil. Her hanımefendinin de. Olmamalı da. 'Ün' çok ünlü harcıyor. Bozuk para gibi. Belki de hak edenler sadece! Bu 'ünlü şiddetinin' perde arkasını biraz da böyle mi okumak lazım acaba? Sağlıcakla kalın.