Velakin, bazılarımızın dünyasında ve kimi hallerde "ölen ile ölünmüyor" sözü her daim geçerli olmuyor. Bazı hallerde; "ölenle ölünmez ise de ruhlarından büyük, okkalı bir parça iyi hasar alıyor."
En son depreme dair, peş peşe iki veya üç köşe yazısı yazmıştım. Ondan sonra da açıkçası yazı yazma iştahım biraz kayboldu. Yazmak içimden gelmedi. Malum depremin yaşandığı illerden ikisi benim de memleketim olan yerler idi. Hem anne tarafı hem de baba tarafından. Doğduğum yer de bu sınırlara içerisine dahildi. Bir kısmında hasar vardı, can kaybı yoktu. Diğer yandan bir yanımızda da hem can kaybı vardı -akrabalarda- ve de epeyce hasar...
Depremden sonraki ilk günlere tekabül eden bir zaman diliminde bir süre oralarda kalmış, dolaşmış, karınca kararınca üzerimize düşen bazı insani vazifeleri, kimi dostlarla birlikte yerine getirmeye çalışmıştık. Gördüğümüz manzara sizleri olduğu gibi beni de epeyce ürkütmüştü. Şahsen biraz da yerinde görünce sanırım ben daha fazla etkilenmişim. Ne hikmetse, bu durumu da oralardan döndükten sonra hissettim. Toparlanmam da biraz zaman aldı. Tatile çıktım, bazı şeylerle uğraşmadım. Tam olarak gördüklerimi unutamasam da, bu gün eskisine göre daha iyi hissediyorum kendimi. Bir de o anları yaşayan insanları düşünün siz... Ve kaybettiklerini. Olanlar için "neyse, geçti gitti" diyemiyorum ben halen... Eminim bir çoğunuz da öyle düşünüyordur. Yaşananlar o türden bir vakıa değildi çünkü...
Bir ihtimal, olanı biteni uzaktan seyredenlerde bu his birazcık zayıf olabilir. Orada yaşamayanlar, eşini, dostunu, kadim dostlarını, çocuklarını, komşularını, akrabalarını, evini barkını, aşını ekmeğini kaybetmeyenler için... Bu da birazcık normal. Hayatın akışı onlar için bugün daha bir olağan ve normal olabilir. Velakin, bazılarımızın dünyasında ve kimi hallerde "ölen ile ölünmüyor" sözü her daim geçerli olmuyor. Bazı hallerde; "ölenle ölünmez ise de ruhlarından büyük, okkalı bir parça iyi hasar alıyor." Bu hasarla da geri kalan hayat devam ettirilmeye çalışılıyor. Ve hatta kimileri için ölen kurtuluyor. Acısı, travması, başkaca külfetleri de kalana miras kalıyor. Ardı sıra onlar ölü bir yaşam sürebiliyor. Yıllarca. Haliyle bu da madalyonun diğer yüzü...
Efendim, her şeye rağmen yaşadığımız o büyük depremin ardından, ettikleri yardımlar sonrası nahoş laflar eden 'istisnai terbiyesizler' haricinde milletçe güzel bir dayanışma sergiledik. Herkes elinden geleni yapmaya çalıştı, yaptı.
Bu konulara dair daha önce yazmış olduğum köşe yazılarımdan birisinde; "bu yara öyle üç, beş ayda sarılacak türden bir yara değil" diye işaret etmiştim. İşte şimdi bu bağlamda bir hatırlatma yapma gereği duyuyorum. Biliyorsunuz, üniversitelerin açıldığı bu günlerde öğrenciler aramızda dolaşıyorlar. Ve bunların arasında deprem bölgesinden gelen depremzede öğrencilerimiz var. Halen ailelerinin çoğunda iş, güç problemi var. Bazılarının ev problemi de. Yeni yeni hayatlarını düzene sokuyorlar. Bölgenin insanı olduğum için bizzat biliyorum. Haliyle, bu ailelerin Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde önceden okuyan, yeni üniversite kazanan çocukları da var. An itibarı ile yaşadıkları şeyler ve içinde bulunduğumuz ekonomik şartlar gereği de; birçoğunun maddi problemlerinin olması muhtemel...
O yüzden bu durumu göz ardı etmeden, bu günlerde bu öğrencilere imkanlar ölçüsünde el uzatmak da boynumuzun borcu, bana kalırsa. Karınca kararınca... Evi olanlar bir şekilde evlerini kiraya verebilirler. Veya çok ucuz bir şekilde. En azından bu bir yıl için. Maddi olarak imkanı olanlar da maddi destek sağlayabilirler. Yine başkaca gıda, üst baş vb. gibi yardımlarla da desek olunabilir. Elden ne gelirse... "Kiminin parası kiminin duası" diye düşünerek de. Allah korusun, bizler de yaşayacağız ileri de belki de bu halleri, kim bilebilir. O yüzden bu dayanışma ruhunu sürekli yaşatmamız, beslememiz gerekiyor. Devletin, işaret ettiğim bazı konularda öğrencilere kimi yardımları olsa da, gözlemlediğim kadarıyla bunlar pansuman niteliğinde... Hatta kimileri utanıyor, yardım vb. isteyemiyor da. Mesela bu günlerde oralarda tanıdıkları, arkadaşları, akrabaları, dostları olanlar, bir telefon trafiği yapsalar bu konulara dair belki bir katkı sunabilirler... Kanaatimce.
Son olarak gelelim şu istisnai de olsa yaptıkları yardımı milletin başına kalkan terbiyesizlere. İlginçtir ki geçtiğimiz günlerde oyalanırken Halil Cibran'ın; 'Ermiş' isimli kitabına bir daha göz attım. Bazı satırların altını çizerken bu ettiği yardımların ardından laf edenlerin ruh halleri aklıma geldi. Şeytanice halleri. Samimiyetsiz halleri. Sanki onları anlatmış Cibran. Demek ki bu tür densizlerin nasibiymiş o satırlar. İstisnai olsalar da haklarını verip, onları nasiplendirelim biz gene de. Toparladığım haliyle;
***(...) Kendinden bağışlamak gerçekten seninle ilgili olandan vermektir. Bu, mal mülkten öte bir vermedir, ihtiyaç diye değil gönülden vermedir belki de. “Kimileri vardır, sahip oldukları çok malın azını verirler, bunu da şanları yürüsün diye yaparlar ve saklı arzuları bağışladıklarına leke sürer.” Burada sahte bir erdemlilik çabası yatar, bu bağışlama karşılıksız bir bağışlama değildir, gönülden gelmez varlıklının muhtaç üzerinden kendi 'şanını' yürütmesini ve dikey bir hayırseverliği anımsatır ve kişi kendinden bağışlamanın epey uzağındadır. Tasvir edilen durum 'Ermiş’in bahsettiği içi sızlayarak verenlerin de 'sahte erdemidir'. Ya, bağışlamak nasıl olmalıdır?
(...) “Bir de vermenin sızısını bilmeden veren, ne sevinç arayan ne erdem peşinde koşanlar vardır; Onlar ki, ötedeki mersin ağacının mis kokusunu havaya üflediği gibi dağıtırlar ellerindekini…” Bu, karşılıksız vermedir, böyle bir durumda veren herhangi bir çıkar gözetmediği gibi, sahte erdemliliğin peşine de düşmez. Ama bağışlamanın en güzeli şöyle olur: “İstendiğinde vermek güzeldir ancak istenmemişken, halden anlayıp vermek daha güzeldir…”
Sağlıcakla kalın.