Tam hatırlamıyorum ama, sanırım 1989 yılı Diriliş Dergisi nüshalarından birinde gündeme dair yazısında Sezai Karakoç mealen şöyle yazmıştı: "ABD kapitalizmi ve Sovyet komünizmi birbirinin zıt ikizidir.
Tam hatırlamıyorum ama, sanırım 1989 yılı Diriliş Dergisi nüshalarından birinde gündeme dair yazısında Sezai Karakoç mealen şöyle yazmıştı: “ABD kapitalizmi ve Sovyet komünizmi birbirinin zıt ikizidir. Her ikisi de birbirine ilaçtır, birbirinin yaşama sebebidir. Biri yıkılırsa diğerinin de yıkılması mukadderdir. “ Doğru söze ne hacet… Gerçi benim o zamanki çocuk muhayyilemde (15 yaşındaydım) Yeniçeri kılıklı modern silahlarla donanmış Türk askerleri hem Washington’a hem de Moskova’ya bayrak dikiyorlardı ama uzun zaman içinde çok farklı dinamiklerle de olsa, Üstad’ın dediği doğrulanmaktadır. Şu an içinde yaşadığımız keşmekeşi gözünüzün önünde canlandırın: Milli devletlerin iç savaşlara boğulması, az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere yasadışı iş gücü göçü, dünya ekonomisinin ve ayrı ayrı ulus devletlerin finansman sağlamak için bir avuç tefeciye bel bağlaması, bazı bölgelerde zenginlik ve refahın bolluğundan dolayı hafakanlar basan insanlar intihar ederken diğer bazı bölgelerde açlık, hastalık ve cehaletten kitlesel ölümlerin olması, dünyanın ciddi bir iklim değişikliğine doğru gitmesi, fiziki emeğin yerini gitgide hızlanan bir oranda robotların alması, ve benzeri… Kıyamet alametleri gibi değil mi? Aslında, her toplumsal, siyasi ve teknolojik dönüşüm sürecinde buna benzer yakınma ve serzenişler yapılmıştır. İnsanlar arasında geçmişe hasret (nostalji) ve yabancı gördüklerine düşmanlık artmıştır. Bugün olan şey de budur…
ABD soğuk savaş döneminde, ki 45 yıl sürmüştür, bütün güvenlik örgütlenmesi ile iktisadi ve sosyal düzenini Sovyet tehdidinin varlığı üzerine kurmuştu. Aynı şey Sovyetler için de geçerliydi… NATO ittifakı ile IMF ve WB gibi iktisadi kurumların desteği kapitalist blokta millî devletler arasında belli bir iş bölümü ve uzmanlaşmaya sebep olmuştu. Aynı durum daha sert ve daha disiplinli bir idare altında Varşova Paktı ülkeleri için de geçerli idi. ABD kapitalist blokta güvenliği sağlarken, SSCB’de Varşova Paktı’nda güvenliği sağlamaktan sorumluydu. Güvenlik kavramı ile her türlü para, sermaye, bilgi ve iş gücü akışının tek merkezden idare edilmesi ve ülkelerin kendilerine biçilen rolün dışına çıkmasının engellenmesi kastedilmekteydi. Yani ABD daha babacan bir başçavuş rolünde iken, SSCB eli sopalı sert bir başçavuşu andırmaktaydı… Batı ittifakı içinde uluslararası iş bölümünün ülkemize biçtiği rol ise bir tahıl ve asker deposu olmak yönündeydi. Eğer Türk milleti sanayi mamulleri talep ederse Türkiye’nin bunları üretmesine gerek yoktu; Avrupa ve Amerika’dan ithalat yapılacaktı. Türkiye’nin iktisadi bağımsızlığı anlamsız bir istekti, gün komünizme karşı iş birliği zamanıydı. Yeter ki, Türkiye ilk Sovyet saldırısını 3 gün boyunca göğüslesin… Aydınlarımız bu bakış açısıyla yetiştirildi: Atatürk’ün “istiklâl-i tam” ilkesi gericilikti, medeni dünyanın (!) bir parçası olmalıydık. Eğitilmiş aydınlar arasında Türk’e dair ne varsa küçük görülür, Anadolu’ya ait kimlik değerleri düzeltilmesi gereken kusurlar olarak kabul edilirdi. (Bu aydın sözünü oldum olası kabullenemedim; aydın kelime itibarıyla başka bir ışık kaynağı tarafından aydınlatılmış anlamına gelir. Kendisi ışık saçmayan bir kişi veya kurum mu beni aydınlatacak? Ben Azeri kardeşlerimizin “ziyalı” kavramını tercih ederim, kendisi ışık kaynağı olmak anlamında…) Bugün kendilerini “Beyaz Türk” olarak tanıtan “Beyazlatılmış Türkler” işte o günden kalmadır. Bu gayr-ı milli zümrenin bir kısmı –ismi lazım değil- bazı localarda devşirilirken bir kısmı da eski medreseden bozma kıraathane ve kültür evlerinde Cumhuriyet düşmanı olarak tedrisattan geçmekteydi. Hepsinin arkasında da ABD gizli servisi CIA örgütlenmesi yer almaktaydı… İşte bu ahval ve şerait içinde, Türkiye ne zaman kendi başına hareket eder ve bağımsız kalkınma politikası geliştirmeye çalışırsa “okyanus ötesinden” gelen talimatla “zinde kuvvetler” yönetime el koyardı. Şirazeden çıkmanın ölçüsü SSCB’yle yakınlaşmaktı.
Batı bloku içinde ABD, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ekonomik ambargo ve darbeler kanalıyla düzeni sağlarken SSCB doğrudan Kızıl Ordu ile müdahale ederdi, (bkz. Macaristan ve Çekoslovakya işgalleri). O günler güzel günlerdi. Ne zaman ki, Doğu Bloku yıkıldı, ABD’de problemler de o zaman başladı. ABD devasa bir ordu beslemekteydi, bunun arkasında da yine devasa bir silâh sanayi vardı. ABD içinde bazı türedi tipler eşitlik ve özgürlükten, barıştan bahsetmeye başlamışlardı. Ordunun küçültülmesini savunuyorlardı: Aslında haklıydılar, artık korkacak bir komünizm yoktu. Diğer yandan ABD dış politika stratejisi kıtasal ölçekte ittifaklarla kendisi büyüklüğünde bir rakibi enterne etmek amacıyla planlanmıştı. Üniversitelerde ortaya atılan tezler, yapılan araştırmalar hep bu ana hedefi destekler mahiyette idi. Ama soğuk savaş bittiğinde bütün bu analizler çöpe atılmak zorunda kalmıştı, çünkü artık ortada büyük bir düşman kalmamıştı. Tam bu sıralarda, 1970’lerin sonundan itibaren gelişmeye başlayan bilgisayar teknolojisi hızla iktisadi yapıyı değiştirmeye, hem de iletişim imkânları sınırsızlaşmaya ve paranın küresel dolanım hızı artmaya başlamıştı. ABD artık bırakın dünyanın yarısını kontrol etmeyi, kendi parasını ve kendi enformasyonunu kontrol edemez hale gelmişti. Bir düşman vardı muhakkak, bir yerlerde olmalıydı, ama ABD devleti o düşmanı göremiyordu. Üstüne üstlük, SSCB’nin yerine kurulan ve küçülen Rusya bile ABD karşısında el pençe divan duruyordu. Para, enformasyon ve sermaye nasıl tekrar kontrol altına alınacaktı, ordu nasıl küçültülecek ve yeni dış politika stratejisi neye göre kurulacaktı? Bu sorular, aslında, SSCB yıkıldığında ABD’nin de bilinen yapısının hiçbir gerekçesinin kalmadığını ve yeni bir ABD kurulmasının gerektiğini vurgulamaktaydı: Pekiyi, ABD’nin büyük sanayi baronları, tefeci kurumlar, şahin generaller bu işe ne diyecekti? Cevabı almakta gecikmedik.
Birinci Körfez Harbi, Yugoslavya’nın bölünmesi, İkinci Körfez Harbi, Afganistan Savaşı, Libya ve Suriye Savaşları… Turuncu devrimler ve Arap Baharı… ABD düşman olarak önemli doğal kaynaklara ve stratejik konumlara sahip milli devletleri belirlemişti. Bunu İslâmi Terör ve Haçlı Seferleri jargonuyla süsledi; geniş enerji kaynaklarına sahip milli devletler genelde İslam dünyasındaydı. Bu şekilde, hem küreselleşmenin ana unsuru büyük uluslararası firmaları hem de kendi ekonomisi içindeki konvansiyonel sanayi sektörünü memnun edebilecekti. ABD küreselleşme dalgasını yöneterek bir dünya imparatorluğuna dönmeye çalışıyordu… Ancak, bugün görüyoruz ki, ABD’nin hesabı tutmamıştır. Tek kutuplu bir dünya imkânsızdı, mümkün olmadı ve mümkün de olmayacaktır. Peki bu yenilginin sebebi neydi?
Her şeyden önce ABD’nin bütün iktisadi, siyasi ve asgari yapılanmasını dönüştürmesi hem maliyetli idi hem de içeride lobilere sahip birçok kurumun muhalefetine yol açıyordu. İkinci olarak, ABD’nin sırtına bindiği küreselleşme dalgası diğer devletler kadar ve belki de daha fazla ABD’yi tehdit ediyordu. İlk başlarda fark edilmeyen bu etki 2008 kriziyle birlikte birden ortaya çıktı. Üçüncü olarak, küreselleşme milli devletleri zayıflattığı kadar onları tepkisel politikalara itmekte, bu ise her ülkede ciddi milli devlet ve milli ekonomi yanlısı hareketlerin kuvvetlenmesine yol açtı. Dördüncü olarak, evet ABD küreselleşmenin kendi liderliğinde tek kutuplu bir dünyaya götüreceğini hesaplamıştı ama aynı zamanda küreselleşme Çin’in rejimini yıkmadan dönüştürerek kontrollü bir kapitalizmle bir dünya ekonomi devi olmasına da yol açtı. Beşinci olarak, ABD’nin önemli bir uzantısı olarak planlanmış AB projesi Almanya’nın yeni bir Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’na dönüşmesi ve Atlantik bağımsız bir güç olarak yükselmesine yol açmıştı. Altıncısı, soğuk savaş döneminde ABD’nin uzaktan kumandasında olan Türkiye gibi ülkeler de artık bağımsız politikalar gütmeye başladı. Üstüne üstlük küreselleşmenin ABD’ de belli sektörlerde yarattığı işsizlik ve üretimsizlik ırkçılığın, bağnazlığın ve ayrılıkçılığın tohumlarını ekmekteydi.
Bugün ABD, kendi çırağı Darth Vader tarafından öldürülen Sith Lordu İmparator Darth Sidious’a benzemektedir. Kendi yaygınlaştırdığı ve gücünü yoğunlaştırmak için desteklediği küreselleşme sonunda ortaya çıkan Çin ve Almanya gibi güçler iktisaden ABD’yi sınırlamakta, küreselleşme ABD’nin iç siyasi dengelerini bozmakta ve bunun sonucunda Çöküş Sahnesinin baş komedyeni Kasabanın Şerifi sahne almaktadır. Gücün Karanlık Tarafı böyledir, öfke, nefret, ihtiras ve açlıkla güçlenir ama bunların sonucunda ortaya çıkan şüphe, vesvese ve korku da sonu ve çöküşü başlatır. ABD korkmaktadır, özellikle de Türkiye’den…
Cumaya kadar “Güç Sizinle Olsun.”, (tabi ki aydınlık taraf!)…