Türk bestekâr ve ilim adamı Abdülkadir Meragi 15. Yüzyılda yaşamış önemli bir kişiliktir.

DOST DERKİ

Hazreti Mevlâna derki; "Yılan sokması seni sadece canından eder. Ama kötü dost hem candan hem de imandan eder!"

“Allah insanı dost görünümlü yılandan korusun” diye dua ederdi sevgili anneannem. Bizlere de böyle dua etmemizi tavsiye ederdi. Bir de arkasından ekletirdi “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim.” Türkçesi “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”

Şer gibi görünen, başımıza bela diye geldiğini zannettiğimiz bizi bir süreliğine kabzeden durumlar imtihan içindir. Eyvallah demek düşer vesselam.

GENÇLERİMİZ BACH’I BİLİYOR AMA MERAGİ’Yİ BİLMİYOR

Türk bestekâr ve ilim adamı Abdülkadir Meragi 15. Yüzyılda yaşamış önemli bir kişiliktir. Klasik Türk müziği dönemini başlatan kişi olarak bilinir. Klasik müziğimizde nazariyat sistemini oluşturan kişidir. Yani Türk müziğinin teknik bilgisini bilimsel temellerle anlatan bir teori geliştirmiştir. 15. Yüzyıldan günümüze kadar eserlerini ebced notası ile yazdığından, yirmi dokuz tanesi günümüze ulaşabilmiştir. Daha ayrıntılı bilgi için zaten internet kısa bir araştırma yapmanız yeterlidir. Öte yandan Johann Sebastian Bach Almanya’da doğmuş Klasik Batı müziğinin en büyük bestecilerindendir. Müziğinde Barok ve Rönesans etkisi belirgindir. Biri bizden diğeri batıdan iki önemli besteci ve müzik tarihine damga vurmuş şahsiyetlerdir.

İlk defa Klasik Türk müziği dinlediler

Üniversite öğrencilerime sınıfta sosyal bir deney yaptım. Derse girerken Abdülkadir Meragi’nin en bilinen eseri “âmed nesîmi subhu dem”i dinlettim. Eser biter bitmez sözlerini okudum. Öğrenciler eserden sonra daha dingin görünüyorlardı. Gençler ilk defa klasik Türk müziği dinlediklerini söylediler. Ne yazık ki; Meragi’yi hiç duymamış ve bu tür müzik dinlemediklerini de itiraf ettiler. Bunun yanında “Johann Sebastian Bach’ı duydunuz mu” dedim. Büyük çoğunluğu “evet” diye cevap verdiler. Meragi batı dünyasından bir isim olsaydı bize her şeyini ezberletirlerdi. Malesef eğitim sistemimiz bize kendi değerlerimizi tanımamıza izin vermiyor. Müteddeyyin camiadan gelen hatta İmam Hatip Lisesinde okumuş öğrencilerimin bile bu müziği dinlememiş olmaları çok acı.

Huzur veren müzik

Dinletinin ardından öğrencilere neler hissettiklerini sordum. Genel itibariyle müziğin sakinleştirici etkisinden dolayı huzur duyduklarını, bestedeki kelimelerin yabancı olduğunu söylediler. Ayrıca bestede kullanılan ritm saz olan def aletinin heyecan verdiğini söyleyenler de oldu. Eserin günümüze kadar ulaşmasındaki etkisi ve gücü karşısında hayran kaldığını söyleyen öğrencim de oldu. Hatta kendimizi bulmak için bu tür eserlerin dinlenmesi gerektiğine dair açıklama yapan bir öğrencim de oldu.

Kendimize gelmek ve kendimizi bulmak

Evet sanırım doğru cümle bu; “kendimize gelmek ve kendimizi bulmak.” Zira kaybolmuş bir şekilde bir sağa bir sola savrulan insanlar gibi olduk. Millet olarak değerlerimizi tekrar canlandırmak istiyoruz? Ancak o değerler nerede? Hangi sandığın içinde gizlendiler? İz sürmek ve doğru sandığı bulmanın yolunu, yöntemini nasıl bulacağız? Yolun veya yöntemin teoriden ve ezberden öte bir yerlerde olduğu muhakkak. Özellikle gençlerin kendini bulması açısından o kadim değerlerimizle buluşması önemli. Son yıllarda ney sesini her yerden duyar olmamıza rağmen, ebru, tezhip kurslarına akın etmemize rağmen yine de kendimizle buluşturacak bizi yeniden diriltecek kıvılcımı ateşleyecek tılsımlı sözü bulamıyoruz. Neden?

Çünkü

Kendi izlerimizi geriye doğru takip edecek o derin izlerden yoksun bırakıldık. Özümüzden koptuk ve kendimizle yabancılaştık. İzler silindi yerine başka bambaşka çukurlar kazıldı. Geçmiş kuşaklarımızın tecrübelerini inceleyecek ve yaşadıklarından dersler alacak o tefekkür dünyasının kayıtlarına ulaşamıyoruz. Sular bulandırıldı. Teoriye indirgenen kadim yaşam perde ile örtüldü. Açarsak çarpılmaktan ve neticede gerçeklerin üzerindeki sis perdesini kaldırmaktan men edildik. Ezberler ile uyuşturulmuşken kim kalkıp ta Meragi’nin tınısından yola koyulup bugüne gelecek. Rahatımız yerinde! O halde biz kimiz? Neyin nesiyiz? Hepimiz bu sorgulamadan geçmeliyiz... Bize dikte edilen ezbercilikten kurtulup, özümüzle, kültürümüzle buluşmalı, kendi medeniyetimizi yaşaıyp gelecek nesillere yaşatmalıyız.

KARA KEDİ BENİM

Birileri yanlış yerde, aslında çıkmaz sokakta. Kapkaranlık sokakta yapayanlız. Herkesi peşinden sürükleyeceğini sanıyor ama yanılıyor. Kara kedi benim, onun peşindeyim. Hangi köşeye sinse gölgesiyim. Ensesindeyim hala günahını arıyor oysa kararmış kalbindeyim. Ben iyilik memnun oldum. Sabırdır en büyük maharetim. Çıkmaz sokaklara dalanları takip ederim. Ne yaptıklarını iyi bilirim. Gözlerinden yakalarım. Ben onun çıkmaz sokaktaki feneriyim. O inatla karanlığın peşinde, tökezlemesi an meselesi. Bende avımın peşindeyim. Evet Kara Kedi benim. Niye şaşırdınız?

SEMTLERE GÖRE KAFE İSİMLERİ

Gün geçmiyor ki yeni bir kafe açılmasın. Adının kafe olduğundan sadece kahve içildiğini de düşünmüyoruz elbette. Sohbet, ders çalışmak, tek başına bile olsa kafa dinlemek ve arkadaşlarla bir araya gelmek için tercih edilen mekanların adı kafe oldu. Eskiden pastanelere gidilir bir muhallebi, keşkül yenir ve bir çay keyfinin ardından evlere dağılırdık. Bunu da öyle her gün yapamazdık. Ancak ayda yılda bir kere olurdu böyle bir keyif. Artık gençleri yoğun olarak kafelerde görüyoruz. Hatta hanımlar eskiden evde yapılan çay günlerini bile kafelerde yapıyorlar. Tabii bu kadar rağbet görünce kafelerin çoğalması da doğal. Özellikle semtlere göre kafe isimleri değişkenlik gösteriyor. Birde satılan ürünlerde farklılık gözlemleniyor. Beşiktaş, Kadıköy gibi semtlerin kafelerinde alkollü içki de satılırken Üsküdar’daki kafelerde içki satılmamaktadır. Gençlerin özellikle de Üniversiteli gençlerin yoğun olarak gittiği kafelerde giyim tarzlarından da bir semte aidiyet gösterdiklerini aşağı yukarı kestirebiliyorsunuz. Hal böyle olunca onca kafelere de bir isim bulmak lazım. Dikkatimizi çeken nokta ise Kadıköy, Beşiktaş semtlerindeki isimlerle Üsküdar semtindeki kafelerin isimleri arasındaki farklılık. Kadıköy’de Lukka, Brooklyn, Chikago, Nazım Hikmet, Üsküdar’da ise Payidar, Mahfil, Mihrimah, Osmanlı gibi isimler göze çarpıyor. İki kafe sahibi ile yaptığımız röportajda isimleri nasıl seçtiklerini sorduk. Kafe isimlerinden müdavimlerin dünya görüşünü, hayata bakış açılarını ve siyasi görüşlerini anlamamız mümkündür. Kadıköy, Beşiktaş’ın yüzünün batıya, Üsküdar’ın ise Doğuya dönük olduğunu görebiliyoruz. Belki zaman içinde Kızılelma, töre, toy, oba gibi isimler altında da kafe isimleri açılır.

Lukka Kafe, Kadıköy:

-Bu ismi niçin seçtiniz?
Dikkat çekici olduğu için.
-İsmin öyküsü nedir?
Bir öyküsü yok. Işık şehri anlamını taşıyor. Zaten ışıklarla dekore ettik.
-Başka hangi isimler aklınıza geldi?
Aslında çok aramadık. Eminönü kahvecisi olarak da çalışıyoruz. İlk defa farklı bir isim denedik.
-Diğer isimleri niçin elediniz?
Farklı olması için eledik.

Payedar Kafe, Üsküdar:

- Mihrimah Sultan Camii'nin hemen yakınında olduğumuz için.
- Payedar, itibarlı anlamına geliyor. Konumumuzdan dolayı Payedar dedik.
- Hemen yanda Aşiyan Kafe var. Bizim diğer şubemiz. Aynı ismi koyup koymamak konusunda ikilem yaşadık. Sonra Payedar olsun dedik.
- Aynı isim olsun istemedik. Değişik olsun istedik.

POŞET AĞIZLARA SAKIZ OLDU

Marketlerde poşetlerin ücretli satılmasıyla ilgili birçok şey yazılıp, çiziliyor. Türkiye’de tüm marketlerde artık ücretli olan poşetlere dert yananlar, eleştirenler hep birden ağızlara sakız ettikleri şu konunun gerçekten tek başına plastik tüketimini azaltmaya yeterli bir şey olmayacağı konusunda yapıcı eleştiri getirmeleri beklenirdi. Ancak konuya tek taraflı bakınca işin gerçeği gözden kaçıyor. Plastik poşetler dünyadaki plastik tüketimin ne kadarını kapsıyor? 2017’deki bir rapora göre dünya çapında her dakika 1 milyon plastik şişe tüketildiği bildiriliyor. Dolayısıyla poşet tüketiminin önlenmesi kadar pet şişe konusunda da bir şeylerin yapılması gerekiyor. Bitmiyor plastik oyuncaklar, kaplar, pencereler neredeyse plastiğin kullanılmadığı yer yok gibi. Tüm bu plastik kullanımına top yekun bir çare bulunmazsa dünya plastik atık yeri olacak.

TÖREMİZDE YOKTUR

Töre kelimesi özellikle 80 ve 90’lı yıllarda maksatlı bir şekilde ana akım medya tarafından Güneydoğu’daki aile içi hesaplaşmalar ve kan davası cinayetlerle eş tutuldu. Oysa töre, Türk demektir. Töre’den gelen Türk kelimesi zaman içinde Türk halini almıştır. Töreli olmak yani bir hikmet geleneğinin takipçileri olarak Türk bir ırk, soy, sop davası gütmeden sadece adaletle hükmetmek üzere olan bir anlayışın adıdır. Töre kelimesinin olumlu bir şekilde düzeltilmesi ve asli haline kazandırılması gerekmektedir. Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan bir AVM’de sözlü hakarete uğrayan başörtülü hanımlarla ilgili eleştirisini söylerken “dinimizde ve töremizde kimsenin kılık kıyafetine karışma yoktur” dedi. Törenin doğru şekliyle kullanılması açısından dikkatimi çeken Cumhurbaşkanının bu cümlesinin altı çizilmesi gerekir.