FETÖ ile mücâdele devam ederken, bu mücâdeledeki gevşeme ve yumuşama, herkesin mutâbık olduğu bir husustur.
Vurulan ağır darbelere rağmen, elbette kırk yılda yerleşen hastalığın üç yılda tamâmen iyileşmesi mümkün değildir. Henüz üç yıl olmasına rağmen, sanki yüz yıl önce olmuş ve artık unutup “önümüze bakılması gereken” bir olaymış havasına sokulmaya çalışılan 15 Temmuz darbe ve işgâl girişimi, siyâsî ve toplumsal târihimizde toplumun tamâmına yapılan bir uyarı olarak kabûl edilmelidir.
“Ata binince Yavuz, attan inince Yunûs” olma özelliğimiz, her millette olmayan bir haslet olmasına rağmen, hepimizin ata binmesi gerektiği durumların sıcaklığı geçince, hepimizin attan inmemesi gerekir. Çok şükür ki, devletin bürokrasi sarmalına kapılmayan unsurları, ayağını özengiden çekmemektedir. Ama bunun yeterli olduğu söylenemez.
FETÖ ve benzeri yapılar, kanser hücresi gibi, tedâvi ile yok olduğu zannedilse de, en küçük bir ihmâlde eskisinden daha büyük bir metastaz ile geri gelmektedir. Tedâvi görüp iyileşen kanser hastalarının altı aylık aralıklarla yaptırması gereken kontroller, FETÖ gibi yapılanmalar söz konusu olduğunda, “günde beş vakit” sıklığında yapılmalıdır. Atalarımız boşuna “Sû (asker) uyur, düşman uyumaz” dememişler. Bu sözün sosyal medya hesaplarında paylaşmak için uydurulmadığını ve acı tecrübelerle ortaya çıktığını unutmamalıyız.
Neden bu yapılar var?
“Her ağacın kurdu kendindendir” derler. Tabiatın kanunu bu. Doğada steril bir ortam yoktur. Her canlı, kendisi için tehlikeli ve ölümcül olan mikroplarla birlikte yaşar. Tıpkı vücûdumuzdaki birçok mikrop gibi, toplum yapımızda da birçok zararlı oluşum mevcuttur. Ama vücûdumuzun bağışıklık sisteminin güçlü olması bu mikropları engellediği gibi, toplum yapımızın da güçlü sosyal bağışıklık sistemlerine ihtiyâcı vardır. Bir vücut sürekli aşı ve ilaç ile ayakta kalamaz ve zararlı mikroplarla mücâdele edemez. Bunun birçok olumsuz yan etkisi vardır. Her ilacın yan etkisini gidermek için başka bir ilacın kullanılması, kısa sürede ilaca bağımlı bir kısır döngü ortaya çıkarır. İnsanın bağışıklık sistemi çöker.
Toplumun bağışıklık sisteminin çökmesi de, devletçi yapının bir sonucudur. Sürekli ilaç alan vücut gibi, sürekli devletten çözüm ve çâre bekleyen bir toplum yapısı, kendi içindeki zararlı mikroplara karşı savunma geliştiremez. Çünkü devlet müdahalesi yavaştır ve hastalık ortaya çıktıktan sonra gerçekleşir.
Bu sebeple, toplumun koruyucu hekimlik benzeri küçük, işlevsel, bağımsız yapılara ihtiyâcı vardır. Bu yapılar, bizim toplumumuzda hiç yok değildir ama yeterli oldukları söylenemez. Son yüz yılı aşkın sürede bu yapılar zayıflamıştır.
Devlet, topluma ölçeği küçük plânlarla bakar ve ayrıntıları göremez. Ankara’daki bir bürokratın, Türkiye’nin hatta Ankara’nın her hangi bir köy ya da mahallesinde baş gösteren bir sorunu tespit ve teşhis etmesi mümkün değildir. Her mahalle, kendi sosyal dokusuyla hareket eder. Devlet mekanizmasının bu dokuya nüfuz etmesi mümkün değildir. Tıpkı düzenli orduların, gerilla taktiği kullanan silahlı terör örgütleriyle mücâdelede başarısız olması gibi, devlet, amacı ne olursa olsun, zararlı yapılanmalarla mücâdele etmekte yetersiz kalabilir. Çözüm, küçük ve manevra kabiliyeti yüksek müfrezeler gibi, sosyal yapının içinde doğal olarak var olan yapılanmaların devletin sorumlulukların bir bölümünü üstlenmesidir.
Devletçi toplum
15 Temmuz 2016 gecesinde yaşananlar, kırk yılı aşkın bir süreçte, hem ulusal hem de uluslararası plânda metastaz yapan habis bir yapının attığı son adımdı. Siyâsî iktidârın verdiği mücâdele en üst seviye olmasına rağmen, bu habis yapı, devletin hantal yapısı içinde gizlenmeyi başarmaktadır. Toplum yapımıza hâkim hâle gelen “devlet bir şey yapsın” anlayışı kişisel isteklerin ötesinde, millî sorunlarımız karşısında da kendini gösterdiği için, hayat ile ölüm arasındaki çizgi olabildiğince inceldi.
“Devletten bekleme” anlayışı, devletin âciz kaldığı yerlerde “başkasından bekleme” şekline dönüşen “hazırcı” ve “üşengeç” bir anlayıştır. Bunu fırsat bilen yapılanmalar, devletin sorumluluğunu üstlenerek, halkın bir kesimini kendine “bağımlı” hâle getirebilmekte ve kendi devletine cephe alan bir duruma sokmaktadır. Devletimizin somut sembolleri olan TBMM’nin, Özel Harekât’ın, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin yine devletin savaş uçaklarını kullanan ve devletin ordusunun üniformasını giyen hâinlerce bombalanmasının ve elinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük simgesi olan Ay-Yıldızlı bayrağımızı taşıyan halka ateş açılmasının başka nasıl bir açıklaması olabilir?
Öncelik hastalığın kabûlünde
Birçok hasta, hasta olduğunu kabûl etmez ve hastaneye gitmek istemez. Doktor “hastasın!” demediği sürece “sağlıklı” olduğunu zanneder. Bu yüzden birçok hasta, ihmâlin kurbanı olarak hayâtını kaybeder. Her insanın tek bir hayâtı olduğu gibi, bizim de tek bir devletimiz var. Bu devletin bekası için, toplumsal hastalıklarımızın varlığını kabûl etmeliyiz. Bu kabûlün göstergesi de, her şeyi devletten bekleme alışkanlığından bir an önce kurtulmak ve “hastalığı yok farz edince, hasta yoktur zannı”ndan vazgeçmektir.
“Bir Türk dünyaya bedel” ya da “Bize bir şey olmaz” gibi kuru ve yoz hamâset damarlarını besleyen boş lafları bırakıp, toplumsal zâfiyetlerimiz içinde en tehlikeli olanları tespit etmeli ya da edenlere kulak vermeliyiz. Psikiyatrist ya da psikoloğun yönetiminde odak grup olarak bir araya gelen danışanların birbirlerine itiraf ettikleri sorunları gibi, toplumsal itiraflarımızı yapıp önümüzü açmalıyız. Aksi hâlde, yapılanları “pansuman tedbirler” olmaktan öte gidemez. Günü kurtarmakla vakit ve enerji kaybedilmemelidir.
Bu soruna bugünden yarına çözüm bulunması elbette mümkün değildir. Kaşınması zevk veren yara gibi, toplumsal yapımıza yerleşmiş sorunlarımızın tamâmen yok edilmesi mümkün olmasa da, gözetim ve kontrol altında tutarak, toplumsal hayat standardımızı bozmasını engelleyecek adımlar, millî bir dava niteliğinde atılmalıdır. İşte o zaman devletin yaptığı yollar, köprüler, tüneller, hastaneler, üniversiteler, havaalanları toplum nazarında kalıcı bir karşılık bulur.