Eskiye özlem, eskiyi kaybetme korkusu ve belirsiz yeniye olan endişeli bakışımız uzun süredir hepimizin hayatında bir tehdit olarak duruyor.
Eskiye özlem, eskiyi kaybetme korkusu ve belirsiz yeniye olan endişeli bakışımız uzun süredir hepimizin hayatında bir tehdit olarak duruyor. Ülkemizde de salgının başlamasıyla birlikte karantina günleri hayatımıza girince başlangıçta yaşadığımız şaşkınlığı attıktan sonra yerine geçen duygu durumunu tanımlamak zor oldu. Hâlâ da çok büyük çoğunluğumuz geçirdiğimiz bu altı ayın bir muhasebesini yapacak olsak neyi nereye koyacağımız konusunda zorlanacağımızı söyleyebilirim. Çünkü eski normal diye adlandırdığımız ve şimdilerde yeni normali tartıştığımız şu günlerdeki normal kavramının üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum.
Normal
Kimin normali? Bizim normal diye yaşadığımız ve hepimizin de neredeyse bir konsensüs oluşturduğumuz bu normal gerçekten normal miydi? Bize ‘normali yaşamak’ diye kodlanan acaba Afrika’da su peşinde kilometrelerce yol yürüyen bir çocuğun da normali miydi? Ya da Suriye’de, Filistin’de ve Myanmar’da, Irak’ta yaşanan hayatlar da normal miydi? Ya da uyuşturucu, fuhuş, silah ticaretinin beslediği terör örgütleri ve bu zincirin kurbanı onlarca insanların yaşadıkları eskinin normali miydi? Haysiyetini kaybetmiş insanlar tarafından ötekileştirilmiş topluluklara şey muamelesi yapan ülkelerin bayraklarını giysilerimizde taşımak eski normalimiz miydi?
Neyi kaybetmekten korkuyoruz?
Alışkanlıklarımıza delice bağımlı olduğumuzu bilmiyorduk bu salgın çıkana kadar. Düzenimizin bozulması; çocukların bir düzen içinde okula gitmesi ebeveynlerin onlarla ilgilenmek zorunda kalmamasını sağlıyordu. Belli saatlerde yiyip, içiyor evdekileri gönderiyor tek başına kalıp önceden kurguladığımız planı devreye sokabiliyorduk; istediğimiz yere gidip arkadaşlarımızla maskesiz püfür püfür kahvemizi içebiliyorduk. Bütün düzenimiz bozuldu; plan yapamıyoruz, dar çerçeve içinde hapsolduk, sürekli medyadan her akşam verilen Kovid raporuna ayarlı bir hayat içine tıkıldık. Her an yeni bir haber ile hayatlarımız alt üst olabileceği tedirginliğini yaşıyoruz.
Yeni normal ve fırsatlar
Yeni normalin kendimizi sorgulama fırsatı verdiğini; nelerden vazgeçemediğimizi, bağımlılıklarımızı, zaaflarımızı tartma kendimize dönme imkânı verdiğini görelim. Okulların açılmama fikri ebeveynleri neden tedirgin ediyor? Başka bir deyişle hayatımız akışında giderken afet olarak tanımlayabileceğimiz bu salgınla karşılaşmamız bizi birçok konuda farklı çözümlere zorluyor. Bu zorlama yeni normali oluştururken ondan kaçamayacağımızı kabullenmek ve güçlü bir şekilde yenilik üretmeye odaklanmamız gerektiğini anlatıyor. Durumumuza hayıflanarak, eskiyi kutsayarak ve yeniyi daha iyi bir geleceğe bağlamakla yükümlü olduğumuzu görmezden gelemeyiz.
Toplumsal şuur
İnsanlığı bekleyen daha başka salgınlar, savaşlar, açlık, kıtlık, doğal felaketler, katliamlar hepsi nasıl bir pamuk ipliğine bağlı bir hayat yaşadığımızı gösteriyor. O halde hayatımızın her alanında adaletli davranmak ve ahlaklı olmak durumunda olduğumuzu görmeliyiz. Yoksa böyle bir çağda anormal bir hayatı sürekli olarak deli gömleği gibi sırtımızda taşımaya mahkumuz. Velhasıl Kitap ve Peygamber insanlığın iki cihanda saadeti ve huzuru için vardır. Bize düşen her konuda sorumluluk şuurunu taşımaktır. Toplumsal şuur insanlığın kendisini tehdit eden bütün belaları bertaraf eder. Yol yordam belli; inanmak, inanmanın gereğini yapmak, tedbiri elden bırakmadan Allah’ın rahmetine ve mağfiretine sığınmaktır vesselam.
YAŞASIN OKULUMUZ
Okullar açılmaz ise ne olur diye bende bütün ebeveynler gibi kara kara düşünüyorum. Mart ayından beri kapalı olan okullar çocukların derslere olan motivasyonunu çok düşürdü. Online eğitim, EBA üzerinden eğitim bunlar mutlaka güzel çabalar. Bir üniversite hocası olarak ben dahil koskoca insanlarla online eğitim üzerinden doğru dürüst iletişim kuramadık. Üstelik iletişim dersi veriyorken. İletişim dersi dahil birçok alandaki dersler buna son günlerde psikoloji lisan eğitimi ile ilgili olan gündemden dolayı da değiniyorum online ders olmaz, olmamalı. Bazı dersleri elbette verebilirsiniz ama bunun da karşılığını örgün eğitimdeki motivasyon ve iştiyak, istek gibi olamaz. Göz göze kurulan temas, öğrenciyi anlamak için harcanan emektir öğretmenliği güzel yapan. Yoksa yapay zekâ da tüm bu dersleri online verebilir. Elbette işin ekonomik durumu da var. Eğitim sektörü milyar dolarla dönen bir camia. Ayrıca çalışan binlerce anne var. Evlere gelen yardımcı kadınlar var. Okul insanın hayatında bir düzen bir disiplin bir programlama katıyormuş bunu daha iyi anladık. O yüzden yaşasın okulumuz.
PAPATYA
Hep hayal etmişimdir; papatya tarlasında kelebekler peşinde koşan çocukları. İki incir ağacı arasında tek gözlü bir kır evi. Binlerce, yüzbinlerce hatta milyonlarca papatya bir tarafta. Ayrıca koparılmış, yakaya takılmış, seviyor mu, sevmiyor mu falı bakılmış özel bir papatya. Bir insanın sevip sevmediği, sevilip sevilmediği nasıl anlaşılır ki!.. Bir hayal ki masumiyetin büyüdükçe bilgeliğin papatyalardan bir taç gibidir başımın üstünde. Ahhhhh kalbim ahhhh; pır pır eden kelebek gibi kanatlanabiliriz. Ahhhh kalbim aaaah ölüp ölüp durulabiliriz..
SARILAMAMAK
Bu salgın süreci herkesi bir şekilde etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Çok kişiden şunu duyuyorum; “Eski neşem, enerjim yok. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Kendimi bile anlamakta zorluk çekiyorum.” Böylesine içine kapandığımız ve uzaktan selam verirken dahi kendi kabuğumuzda kaldığımız bir iletişim dönemi geçiriyoruz. Kendi kabuğumuzda diyorum çünkü endişeliyiz ve tam anlamıyla kendimizi karşı tarafa hatta kendimize açamıyoruz. Duygu durumumuzu tanımlayamıyoruz. Belki de sarılamamanın verdiği bir eksiklik ile karşı karşıyayız. Meğer sarılabilmek ne büyük bir nimetmiş. Sarılmak, tokalaşmak yanaklardan öpmek dahi bizleri negatif duygulardan koruyormuş. Araya mesafe koymak, tam elimizi uzatırken geri çekmek zorunda kalmak insanda bir gariplik hissi veriyor. Büyüklerimizin ellerinden aylardır öpemiyoruz. Kimin aklına gelirdi ki tüm bu ritüeller bizi birbirimize bağlayan, iyi hissettiren şeylermiş. Zaman zaman uygulamaktan burun büktüğümüz eski normaldeki bu davranışlardan uzak kalmak hepimizi yordu. Büyük bir özlemle tekrar birbirimize sarılabileceğimiz günleri bekliyoruz.
MUHARREM’DE KERBELÂ’YI OKUMAK
Geçdi bir yıl yine bir mâh-ı Muharrem geldi
Söyle ey bâd-ı sabâ söyle Hüseynim nerede
Göze nem gönle elem her yana mâtem geldi
Söyle ey bâd-ı sabâ söyle Hüseynim nerede
Kurratü’l-Ayn-i Resûli’s-Sekaleynim nerede
Bende-i Âl-i Abâ,
Kürkçüoğlu Muhammed Kemâleddin Baba
1384 Muharrem/1964 Mayıs
Muharrem ayı yaklaşmakta. Yeni bir hicrî yıla daha merhaba demenin arefesindeyiz.
Bizce Muharrem ayının unutulmayan hatırası ise mâlum olduğu üzere derûnumuzda acısı hâlen yakıcılığını muhafaza etmekte olan Kerbelâ vak’asıdır. Bu vak’anın gerçekleştiği 10 Muharrem, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in mübarek gözlerinin nuru, adını kendi koyduğu, kulağına ezanını bizzat okuduğu torunu Hüseyin Efendimiz Hazretleri’nin şehâdet şerbetini içtikleri matem günüdür. Hz. Hüseyin, Emevî halifesi Muâviye tarafından dayatılan oğlu Yezîd’in veliahdliğine, hilafete liyakati bulunmadığını düşünerek onay vermemiş ve halife olduğunda yine ona biat etmemekte direnmişti. Böylece; Şâh-ı Kerbelâ İmam Hüseyin’in ve beraberindeki ailesinin Medîne’den önce Mekke sonra Kûfe’ye uzanan hicret yolculuğu, işte bugün, Kerbelâ çölünde Âl-i Muhammed’in acımasızca katliyle son bulmuştu.
Halbuki; Resûlullâh Efendimiz’in Ehl-i Beyt’i, Muhammed Ümmeti için bir meveddet, bir muhabbet umdesidir. Peygamberimiz, abâsı altına aldığı ve “İşte benim Ehl-i Beytim” buyurduğu kızı Fâtımatü’z-Zehrâ, damadı Ali kerremallâhü vechehû ve sevgili torunları Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’in her birine ayrı ayrı sevgisini izhâr etmiştir. Ümmetine de kendisine olan muhabbetlerinin hatırına onlara meveddet beslemelerini vasiyet buyurmuştur. Söz konusu meveddet, Allah ve Resûl sevgisinin bir gereği ve tamamlayıcısı olan bir unsurdur.
Şu bir gerçek ki; dünya üzerinde farklı dilden ve milletten olan bütün müslümanlar, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya eşsiz bir meveddet beslerler ve sâdık bir bağlılıkla muhabbet duyarlar. İçine doğduğumuz Anadolu topraklarında hayat bulmuş olan mü’minler de Horasan illerinde İslâmiyet’le tanışmamızdan itibaren Ehl-i Beyt sevgisiyle yoğrula gelmiştir.
Bu topraklarda yeni doğan kız çocuklarının adı Fatma konarak göbekleri kesilir. Ebeler, şifacılar, aş kaynatanlar “El benim elim değil Fatma Ana’nın eli” diye duâ ederler. Âhiret komşumuzun Fatma Anamız olması, en makbul dileğimizdir.
Dillerden düşmeyen Haydar-ı Kerrâr Ali’nin Cenkleri, Anadolu’da yiğitliği ve mücâhedeyi temsil eder. Hakk erenlerin tarîkatte ve fütüvvette pîri Şâh-ı Velâyet Ali Efendimiz’dir.
Cennet gençlerinin seyyidleri olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin yani Haseneyn Efendilerimiz’in isimleri daima mescidlerin kubbelerini süsler.
Âşık Yûnus’un anlatımıyla:
…
Hazret Ali babaları
Muhammed’dür dedeleri
Arşun iki küpeleri
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Dedesiyle bile varan
Kevser ırmağında duran
Susuz ümmete su viren
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
…
Pekiyi hal böyleyken; Hz. Peygamber “Dikkat edin! Ehl-i Beyt’im hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum”, “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim! Allah’ı seven, Hüseyin’i sever” buyurmuşken O iki cihan serveri Habîbullâh’ın öpüp kokladığı reyhânı, İmam Ali’nin nûr-i çeşmi, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın ciğer-pâresi olan Hüseyin’e nasıl kıyılmıştır…
Yûnus Emre’m der ki:
Şehîdlerün ser-çeşmesi
Hasan’ıla Hüseyin’dür
Âşıklarun gözi yaşı
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
…
Kerbelâ’da yazıları
Şehîd oldı gâzîleri
Fatma ana kuzuları
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Âyet içinde okınan
Şehîdlere ser-dâr olan
Cennet içinde salınan
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Kerbelâ’ya aşırdılar
Akılcığın şaşırdılar
Kolcağızın düşürdiler
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Kerbelâ’nun ta içinde
Nûr akar siyâh saçında
Yatar al kanlar içinde
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Yûnus Emre’m dünyâ fânî
Terk eyle gel cân u teni
İki cihânun sultânı
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
Yûnus Emre’m ben de bulam
Bu dünyânun sonı vîrân
Kerbelâ’da şehîd olan
Hasan’ıla Hüseyin’dür.
İşte o günden bugüne bu zâlimâne fiilin fâsık fâillerinden müslümanlar teberrî etmektedirler.
Hz. Peygamber’in emri olan “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuş olur” buyruğuna uyan mü’minler, Kerbelâ faciasında yaşananlar sebebiyle özellikle Muharrem ayının ilk on günü; hürmetle davranırlar. Miktâr-ı kâfi su, sırça olmayan bardaktan içilir, neşeli meclis tertip edilmez, mersiyeler, makteller okunur.
Türkçe yazılan maktel-i Hüseyinler arasında ise Şâir Fuzûlî’nin (ö. 963/1556) kaleme aldığı, hem nesir hem manzum Hadîkatü’s-Süedâ adlı eserin hususî bir önemi olmuştur. Bu maktel, mûtâd olarak Muharrem ayında okunagelmiştir.
Gelin Fuzûlî’ye kulak tutalım ve âgâh olalım:
Mâh-ı Muharrem oldu meserret harâmdır
Mâtem bugün şerîate bir ihtirâmdır.
…
Yâd et Fuzûlî Âl-i abâ hâlin eyle âh
Kim berk-i âh ile yakılır hırmen-ı günâh.
Muharrem’de Kerbelâ’yı okumak Seyyidü’ş-Şühedâ Hüseyin Efendimiz’in şu duâsına âmin demektir: “Allahım! Bunlarla ve kavmimizden olanlarla aramızda Sen hükmünü ver.”
Biliriz ki; salavâtımız Âl-i Muhammed’e salât ile tamam olur:
Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed.
ARTI- ESKİ
Artı
Çocuk zabıta ekibi
Pendik belediyesi tarafından kurulan çocuk zabıta ekibi koronavirüs denetimlerine başladı. Esnafı ve sokağı denetleyip, insanların maskelerini takmaları konusunda uyaran çocuk zabıta ekibi vatandaşlar tarafından sempati ile karşılandı. Maskeleri olmayan vatandaşlar önce uyarıldı ardından maske verildi. Temizlik, maske ve mesafe için sürekli uyarı yapan 8-12 yaş grubundan oluşan çocuk zabıta ekibi çalışmalarına devam edeceği mesajını verdi. Çocukların kolluk kuvvetlerinde bir proje dahi olsa yer almaları hem çocukları hem de vatandaşların bilinçlenmesinde daha etkili olduğu görülüyor. Böylelikle çocuklar zabıta mesleğine bir empati oluştururken vatandaşlar da uyarıların daha çok akılda kalmaları konusunda ve aynı zamanda çocukların nasıl bir toplum istediklerinin mesajını alabiliyor.
Eksi
Okul binasının güçlendirilmesi
Mart ayında başlayan salgın süreci ile birlikte okullardaki örgün eğitime ara verilmişti. O zamandan bu zamana altı ay geçti. Okullarda yapılması gereken güçlendirme çalışmaları veya diğer başka çalışmalar için çok elverişli bir fırsattı. Ancak gelin görün ki ortaokula yeni başlayacak olan kızımızın okulu güçlendirme nedeniyle eğitimi yan binadaki ilkokulun binasında olacak. Sınıflar yirmi beş civarındayken otuz beşi aşacak. İngilizce sınıflar planlanıyordu o da olamıyor. En sıkıntılı olan da okullar eğer açılırsa eğitim saat sekizde başlayacak ve öğlen saat birde bitecek. Bizdeki bu bürokrasi işerinin hantallığı bir an önce bitirilmesi gereken işlerin ihaleler nedeniyle ona buna kazandırılacak paralar nedeniyle öğrenciler eğitimden, veliler çocuklarının peşinden koşturmaktan, eğitimciler de işlerini tam manasıyla yapamamaktan helak oluyorlar.
ORMANDA MANGAL OLMAZ
Yeni normal mangalcıya yaradı. Mangal satışları patladı şeklinde bir majör TV kanalında haber izliyorum. Haberi yapan, olayı ballandıra ballandıra öyle anlatıyor ki bir taraftan, etler, köfteler, palamut balıklar cızır cızır pişiriyor. Diyor ki alın mangalınızı pikniğe gidin, çocuklarınız top oynarken mangalınızı yakın, etlerinizi döşeyin nefis bir mangal partisi düzenleyin. Lafa bakınız! Ormanda mangal yapmak da neyin nesi! Orman yangını bu sene neredeyse aynı anda onbeş onaltı yerde çıktı. Bunun önü mü alınır? Cam şişeden bile yangın çıkabiliyor. Yangınlar piknik sonrası çıkıyor genelde. Söndürülmüş dediğin kor ateş içinde yanan hücreler var. Harekete geçebiliyor. Yanan orman değil ciğerlerimiz yanıyor. Haber başka yere hizmet ediyor. Oysa ormanda mangal yakmak yasak, piknik yapmak da yasak. İç işleri bakanlığının yeni genelgesine göre belirlenen alanlar haricinde 31 Ekim 2020 tarihine kadar geçerli olmak şartıyla mangal yapmak, ateş yakmak yasaklandı. Böyle bir haber ile üstelik TV’de görüntüler eşliğinde bilinçsizce ormanda mangal keyfi yapılabilir fikri aşılanıyor. Gazetecilik toplum bilinci için yapılır. Habercilerin bilgi ile birlikte hareket ederek haber yapmaları gerekir. Haberin değeri için bu olmazsa olmazdır.