İster görüntü, ister imaj veya kisve diyelim, kendisiyle ilgili gerçek olmayan "dinî" hava oluşturan bu grupları tanımanın ve ne olduklarını anlamanın belki de en kısa yollarından biri, bu gruplardaki kişilerin ne zamandır bu grupta olduğudur.
Bu yazı dizisinin “Giriş” başlıklı ilk yazısında (28 Haziran 2020, Pazar), bugünkü maddeye çok fazla yer ayırmamıştım. Toplam dört cümleden oluşan bu kısa maddede, “dinî görünümlü” gruplardaki kişilerin kaç senelik olduğuna dikkat edilmesi gerektiğini yazmıştım. Ayrıca gidip gelenin ve girip çıkanın çok olduğu bu gruplar için “otoyol kenarındaki dinlenme tesisi” benzetmesi yapmıştım.
İster görüntü, ister imaj veya kisve diyelim, kendisiyle ilgili gerçek olmayan “dinî” hava oluşturan bu grupları tanımanın ve ne olduklarını anlamanın belki de en kısa yollarından biri, bu gruplardaki kişilerin ne zamandır bu grupta olduğudur. Herkes bilir ki, otoyol kenarındaki dinlenme tesislerinde hiç kimse sürekli olarak durmaz ve yaşamaz. Eski tâbirle bu tesisler “yolgeçen hanı” gibidir. Bu tesisleri kuranların başka bir niyeti ve amacı da yoktur. Hatta kendilerinden başka kimsenin kalıcı olmasını istemezler. Zira, kalıcı olmak demek, sâhiplenmek ve buradaki menfaatten nemâlanmak demektir. Açıkçası kimse, kendi kurduğu bir ticârethânenin başkalarının eline geçmesini istemez. Buna, “çökme” ya da “çöreklenme” denir. Aksine gidip gelen, durup kalkan, girip çıkan ne kadar çok olursa ve ne kadar az süre kalırsa o kadar iyi olur. Esnaf tâbiriyle söylemek gerekirse, “dükkanın önü kapanmaz.”
Bunlar bir ticârethâne için kabul edilebilir ve gerekli şeylerdir. Ama söz konusu “din” ve “mâneviyat” ise, bunun vebâli ağır olur. O kadar ki, dini kendi menfaatleri için kullanılacak bir malzeme zannedenler, yavaş yavaş çöken rehâvet gibi, bu vebâli altında kaldıklarını anlayamazlar. Onlar kandırdıkları iyi niyetli insanlara, “dinlenme tesisi müşterisi” olarak bakıp, akıllarınca testilerini doldurup, tuzlarını kurutma derdine düşmüşken battıkça batarlar.
Bu işin vebâlinin hesâbını onlar verecektir. Ama bu sömürünün mağdurlarının “Allah’tan bulsunlar” deme seviyesine gelmeden önce yapacakları şeyler vardır. İş işten geçmeden, ellerini verip kollarını kurtaramayacak hâle gelmeden önce tedbir almamanın mâzereti olmaz.
Dinî kimliği sâdece görüntüden ibâret olan bu gruplar, Necip Fâzıl’ın ifâdesiyle, “muşamma dekor” önünde tiyatro oynayan kumpanyalara benzerler. “Rol yapmak” ifâdesi bunların yaptıklarını anlatmada çok mâsum ve yetersiz kalır. “Hinoğlu hin” olma gibi, yaygın bir özelliğe sâhip oldukları için, şeytana bile “bana ne gerek vardı” dedirten eylemlerine sıkça rastlanır. Usta hırsızlar için kullanılan “gözündeki sürmeyi çalmak” tâbiri, âdeta bunlar için icât edilmiştir.
Kadro hep değişir
Aynı tiyatro oyununu seyretmeye ikinci defa gelen seyircinin az olması gibi, bunlar da “gişe hâsılatı”nı seyircilerin sürekli değişmesiyle yüksek tutarlar. Bunun için sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek “asil” kadronun dışında “yedek” kadro sürekli değişir. “Asil” kelimesinin “asâlet” ile bir ilgisi olmadığını belirtmek isterim. Zâten bu “asil” kadro olmazsa, bu oyunu oynayacak kimse olmaz. Tiyatroda oyunu yazan, yöneten, yapımını sağlayan kadronun kalıcı, ama oyuncuların her sezon değişmesi gibi, bu grupların, “kalabalık” görünmesinde kullanılanlar değişkendir. Her gelin ve damatın bir düğünlük, her meftânın da bir namazlık musalla taşı saltânatı olduğu gibi, bu gruplara giren çıkanlar kısa bir “gözdelik” keyfi yaşarlar. Bu kısa dönemin hiç bitmeyeceğini zannederler. Dünyâlarının değiştiğinin, bundan sonra her şeyin böyle olacağının hayâlini kurarlar. Ama bu hayal, yeni alınan oyuncağın hemen eskimesi gibi kısa sürer ve hayâl kırıklığına dönüşür.
Bunun yanında bu hayalperest kişilerin oturdukları semt ve kullandıkları otomobiller pahalı ise, baş köşeye oturmaları, iltifat görmeleri daha hızlı ve daha göz kamaştırıcı olur. Kahvaltılar, akşam yemekleri hatta “sohbetler” hemen onların evinde yapılmaya başlar. Gelenler hem “ağa” hem de “paşa” olurlar, ama gidenlerin kim ve ne olduğu hatırlanmaz. Konuyu fazla uzatmadan kısa bir hikâye ile sonuca bağlamak isterim.
Akıllı koyun
Vaktiyle bir çoban varmış. Sürüsünü en güzel otların bulunduğu otlaklara, en temiz derelerin olduğu yerlere götürürmüş. Günlerden birgün, bir dağ başında bir koyun sürüsü görmüş. Ancak bu sürünün başında ne bir çoban, ne de bir çoban köpeği varmış. Bu çoban, sürünün sâhibine bakınırken, kendi sürüsü kadar koyundan oluşan bu sürü, kendi sürüsüne karışmış. Çoban, bunca koyunun kendi sürüsüne karıştığını görünce, birden sevinmiş. Daha çok süt ve yün satıp zengin olacağını düşünmüş.
Akşam vakti, köye döndüklerinde bu sürünün koyunlarını, kendi sürüsünün koyunlarından ayırmış. Onları daha temiz ahıla sokmuş. Eski koyunlara vermediği tâze otları onlara vermiş. Onların yalaklarındaki suyu tâzelemiş. Kavalını onların yanında çalmış.
Ertesi gün, yeniden otlağa gitmek üzere köyden ayrılmışlar. Çoban, sürüyü otlağa yayıp bir ağacın gölgesine oturmuş. Bir süre sonra uykuya dalmış. Uyandığında yeni koyunların ortadan kaybolduğunu fark etmiş. Sağ sola koşturup bulmaya çalıştıysa da koyunları görememiş.
Akşam vakti köye dönerken, yolun üzerinden bir koyunun beklediğini görmüş. Yaklaşınca, bir gün önce sürüsüne katılıp o gün ayrılan sürüdeki koyunlardan biri olduğunu anlamış. Hikâye bu ya, koyun dile gelmiş ve bizim çobana şunları söylemiş:
- “Biz senin kavalının sesini uzaktan duyunca pek beğendik. Senin sürüne katılmaya karar verdik. Ama sen bizi eski koyunlarından üstün tuttun. Onlara yapmadığın iltifâtı bize yaptın. Demek ki, daha sonra başka koyunlar gelirse, bizleri de bir kenara itip onların gözünü boyayacaksın. Kavalının sesi güzel ama, senin çobanlığın çobanlık değil. Biz de iş işten geçmeden ayrılmaya karar verdik.”
İş işten geçmeden
Bu kıssadaki koyunlar gibi, çobanın kavalına kanmamak bizim elimizde. Bunun için Allah’ın biz insanlara verdiği en ayrıcalıklı nimet olan aklımızı kullanmak gerekir. Kavalıyla toplumu kandırıp koyun gibi kullanmak isteyenler hep olacaktır.