Dinî görünümlü grupların tespit edilmesindeki ipuçlarından biri de, tasavvufî ifâdeleri çok kullanmalarıdır.

Kendinelerine “dinî görünüm” verip, içi başka dışı başka olan “dinî görünümlü” grupların en çok istismar ve suistimâl ettikleri konu tasavvuftur. Bu gruplar, tasavvufu, “çingene bohçası” gibi, mistizm ve sufizm ile aynı kefeye koyup, herşeyi mübah görürler. Daha kime âit olduğunu bilmedikleri ama her söz gibi onu da Hz. Mevlânâ’nın zannettikleri “Ne olursan ol yine” sözü yüzünden, tasavvufu “yol geçen hânı” gibi anlarlar. Tevhid inancını panteizm ile karıştırıp, her şeyi birleştirerek kabul etmek zannederek, tasavvufu “İslâm mistizm” diye tercüme etmenin ne gibi yanlışlıklara sebep olacağını düşünmezler. Zâten bu yanlışlıkları pek umursamazlar, çünkü dertleri ve amaçları hayra hizmet etmek değil, şahsî menfaat elde etmektir.

Dinî görünümlü grupların tespit edilmesindeki ipuçlarından biri de, tasavvufî ifâdeleri çok kullanmalarıdır. Mesela “şeriat-tarîkat-hakîkat-mârifet” sürecini tekerleme gibi ağızlarına dolarlar. Lafa gelince şeriatsız tarîkat olmayacağını söylerler ama bu lafta kalır. Lafta kalmak deyince hemen şu sözü de çok kullandıklarını belirtmeden geçmeyeyim: “Tasavvuf kâl ilmi değildir, hâl ilmidir.” Ama hâllerine bakınca, ağızlarından çıkanla tezat düştüğü hemen belli olur.

Tasavvufun kurumsallaşmış şekli olan tarîkatların “mutlak hoşgörü” merkezleri olduğunu iddia etmeleri de çok yaygındır. Hoşgörüyü, herşeyi kabul etmek zanneden bu grup üyeleri, şeriatın gözardı edilmesinden rahatsız olmadıkları gibi, bizzat kendileri şeriatı gözardı ederler. Örneğin namaz kılmayan birine "zamanla onu da yaparsın" demek yerine "kılmasan da olur, önemli olan kalp temizligi" denmesi çok yaygındır.

Diğer bir örnek olarak, herşeyden önce sakal, cübbe-sarık ön koşul olarak sunuluyorsa, bu şekilcilik seviyesinde kalındığını ve öze inilmediğini gösterir. İfrat ve tefrit açısından bu iki uç örnek, meselenin ne sâdece kalp temizliği, ne de sâdece dış görünüş olmadığını göstermektedir.

Ülkemizde tasavvuf deyince ilk akla gelen isim olan Mevlânâ’nın (genelde ikinci ismi pek bilmezler) “Müslüman olmayacak kadar iyi bir insan; o bir hümanist” diyenleri kendi kulaklarıyla duymuş biri olarak, bu sözü söyleyenlere Hz. Mevlânâ’nın şu rubâisini okuduğumda, ilk defa duydukları için önce şaşırırlar:

Men bende-i Kur’ânem eger can derem

Men hâk-i reh-i Muhammeden muhterem

Eger nakl kunedcüz in kes ez güftarem

Bizârem ez u vez an suhen bizârem

Yâni,

Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim

Ben, Muhammed Mustafa’nın yolunun yolcusuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse

Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim

Şaşkınlıklarını ve câhilliklerini örtmek için, “Bu sözün Mevlânâ’ya âit olduğu ne mâlum” diye sorup cevâbını, yâni bu rubâinin kaynağının hangi eser olduğunu dinlemeden kaçarcasına uzaklaşırlar. Bu kaçışlarının sebebi, hem gerçeğe tahammül edememeleri, hem de Hz. Mevlânâ hakkında atıp tutarak kendilerince “sûfîlik” taslayamayacaklarını anlamalarıdır.

Tasavvufî sembolleri kolye, bilezik, küpe, mumluk, duvar süsü, anahtarlık, buzdolabı magneti, tişört deseni gibi aksesuarlarda kullanmayı pek bir seven bu grup mensupları, boş teneke gibi çok ses çıkarmakta da oldukça beceriklidir. Okumayı pek sevmedikleri ve kolayına kaçmayı tercih ettikleri için dinledikleri yarım saatlik “tasavvuf özütü” sohbetlerde duyduklarını, ya hemen sohbete gelemeyen arkadaşlarına anlatırlar ya da sosyal medyadaki görsel paylaşımlarının altına yazıp bol bol beğeni almayı beklerler.

Namazı spor veya yoga, orucu diyet, hac veya umreyi turistik seyahat, zekâtı bağış zanneden bu “tatlı su sûfîleri”, kurban kesmeyi de kasaptan et alıp fakir fukaraya dağıtmak sanırlar.

Kaynak dilinden değil, yorumlu tercümesinden okudukları eserlere atıf yapıp akılları dumura uğratacak çıkarımlar yaparak “fakih” olduklarını zannederler. Fıkıh âlimlerini “dinci” zannettikleri için ve okusalar da anlayamayacakları için, klâsik eserlere burun kıvırıp, kişisel gelişim kıvamına getirilmiş metinleri serlevha kaynağı olarak kullanırlar.

Ne Şeriat, ne tarîkat

Çıkış noktası yanlış olduğu için, şeriatı atlayıp tarîkata gelmeye çalışarak aslında çıkmaza girdiklerinin farkına varamazlar. Farkına vardıkları zaman ise, suçu yine İslâm’a atıp, başka birilerinin kuyruğuna takılıp oradan oraya savrulmaya devam ederler. Bu “dinî görünümlü grup” mensuplarının en sevdiği kişiler, televizyonda müftülük taslayan ilâhiyatçılardır. Bir hekimin hastayı görmeden teşhis koymaktan ve tedâvi yapmaktan çekinmesini örnek almayıp, telefonla aldığı bilgilerle iman ve İslâm Don Kişotluğu yapan bu ilâhiyatçılar, şeriatın sâbitlerini esnetip, nabza göre şerbet verirler ve reyting kaybına düşmek istemezler.

“Dinî görünümlü grup” mensupları da, bu eğilip bükülerek bozulan şeriat kurallarına “uyuyor gözükmeyi” çok severler. Yanlış yaptıkları söylenince ya “koskoca İlâhiyat hocası” ya da “günâhı hocanın boynuna” deyip zeytinyağ gibi üste çıkarlar.

Gamsız baykuşlar

Hristiyanlıktaki “Hz. İsa, Hristiyanların bütün günahlarını üstlenip çarmıhta affedilmeleri sağlamıştır” gibi bozuk akideler, bu gruplarda da görülür. “Şefaat” konusunu yanlış anlayıp “Lâilâhe İllallah, Muhammeden resûllullah” deyince kesinlikle cennete gireceğine inananların sayısı bir hayli fazladır. Şefaati bir “Müslüman kayırmacılığı” zanneden bu zihniyet, “dinî görünümlü grup” mensuplarında en üst seviyededir. Hristiyanların haftada bir gün gittikleri Pazar âyinleri gibi, haftada bir gittikleri pastalı-börekli sohbetlerle dünyâ hayâtındaki sorumluluklarını yerine getirdiklerine olan inanç, evliyâları bile gıpta ettirecek kadar güçlüdür.

Madde-8’de açıklamaya çalıştığım “menkıbe” konusu, şeriatsız tarîkat için biçilmiş kaftandır. Ne kadar çok menkıbe anlatılırsa o kadar kendinden geçen, ne kadar menkıbe bilirse, nefsin mertebeleri o kadar çıktığına inanan bu grupların mensupları, yaşamak istedikleri, ama gereğini yerine getirmek zor geldiği için yaşayamadıkları mânevî gelişimi, ya dış görünüşlerinde ya da söylemlerindeki yapmacık ve yanlış beden kıyâfetlerin yakışmaması gibi, ağızlarına yakışmayan ifâdelerle telâfi etmek isterler.

Aslına bakarsanız, yaptıkları tam bir zaman kaybı ve kendi kendini kandırmadır. Ömer Hayyam’ın şiirlerindeki “şarap” kelimesini yanlış anlayıp Ömer Hayyam’ı ayyaş zannedenler gibi, bu grupların mensupları da tasavvuf edebiyatının temel kavramlarından olan “aşk şarabı”nı gerçek şarap zannedip, şeriatı hiçe saymaktadır.

Bu gruplarla temas edenler açısından tespiti en kolay olan maddelerden biri bu maddedir. Katıldıkları ilk sohbetten sonra, sohbette anlatılanların uygulamasını göremezlerse, iyi niyet gösterip görecekleri zamânı beklememelerini tavsiye ederim.