Bu sirk gösterisinin amacı nedir? CHP'ye ekstra oy mu getirecektir?
CHP’NİN TÜRKÇE MEVLEVİ AYİNİ VE TÜRKÇE TEKBİRİ
İlk önce gündeme dair bir konudan bahsetmek istiyorum. CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi kendi asli işlerini mükemmel olarak yaptığı için olsa gerek, arta kalan zamanda da küçük çaplı bir kültür devrimi (!) yapmaya soyundu. Artık ruhunu kaybetmiş ve bir turistik meze haline gelmiş Şeb-i Arus kutlamalarında Türkçe meal tilaveti yanı sıra Mevlevi geleneğinde olmayan kadın semazenlerin devrana girdiğini de gördük. Bu arada medyada “Ezan’ı da Türkçe okuttular!”, vaveylası koptu. Aslında orada okunan Itri’nin Tekbîri’nin (hani şu her Bayram farz namazlarından sonra okunan Tekbir var ya, o! DMD) Türkçe tercümesi idi. Türkçe ezana karşı çıkanlar da, yanında duranlar da o kadar cahildirler ki, Tekbirle Ezanı ayırt edememektedirler.
Bu sirk gösterisinin amacı nedir? CHP’ye ekstra oy mu getirecektir? Yoksa Atlantik ötesi güç merkezlerine, AB’deki özgürlükçü (!) demokratlara selam çakmak mı? Bence ikisi de değil. Çünkü bu sirk gösterisi hem CHP’ye hem de Sayın İmamoğlu’na oy ve itibar kaybettirmiştir. Öte yandan ne ABD ne de AB cenahının bu sirk gösterisine bakıp CHP’ye örtülü veya açık destek vereceklerini sanmak da abesle iştigaldir. Burada hep söylediğim gibi Batılılar her zaman kazanan ata oynar. CHP’nin de öyle kazanıyormuş gibi bir hali yok. O zaman niye bu sirk gösterisine gerek görüldü? Şunun için: Türkiye’de aydın ve entelektüel olmayı Türk – Osmanlı medeniyetine karşı olmak olarak gören bir avuç “çokbilmiş cahil” vardır. Bunlar ellerinden gelse Türk – Osmanlı medeniyetine dair ne varsa jiletle kazımak isterler. Bunu millete kabul ettiremedikleri için de, Türk – Osmanlı medeniyetine ait ne kadar kültürel sembol ve ritüel varsa bunları modernleştirmek, Batılı bir renk kazandırmak amacıyla makyaja tabi tutarlar. Bugün Belediyenin kültür ve sanat politikası bu arkadaşların eline geçmiştir ve onlarca şekillendirilmektedir. Türk – Osmanlı medeniyeti şiiri, musikisi, resmi, mimarisi, günlük yaşam formları ve dini ritüelleri ile şehirli bir Müslümanın ince duyarlılığını taşır. Ne yazık ki, bugün bu sirk gösterisini yapanlar da, kendisine Osmanlı torunuyuz diyen tipler de şehirli Müslümanın zarif yaşam tarzı ve hikmetinden çok kasabalı cahil lümpenlerin kaba saba kırıcılığıyla donanmışlardır. Yirmi birinci yüzyılda karşı karşıya olduğumuz durum iki farklı gruba ayrılmış cahil lümpenlerin kavgasından ibarettir. Biz de ne yazık ki, bu kavganın ortasında kaldık.
Sayın İmamoğlu “Ben de Kur’an’ın Arapça okunmasından yanayım!” diye bir açıklama da yaptı. Mesele Kur’an’ın Türkçe okunması değildir. Dinen bu yasak da değildir, günah da. Ancak mesele bu topraklardaki bin yıllık Türk kültürünü yozlaştırmaktır. Kültürel değerlerimizi kıskançlıkla korumamız gerekirken, bu tür zıpçıktılıklara müsaade edilmemesi gerekir.
BİREY OLMAK MI YOKSA BİREYCİLİK Mİ?
Sevgili İbrahim Kiras Karar Gazetesinde 22 Aralık tarihli yazısında Kuzey Kore örneği üzerinden birey kimliğinin olmadığı toplumlara atıf yaparak şöyle demişti:
“En başta Kuzey Kore toplumunda “bireysel kimlik” yok. Çünkü kolektivist kültürün hâkim olduğu toplumlarda ben yoktur, biz vardır. Bazı yönleriyle bireyci kültürün hâkim olduğu toplumlar karşısında avantajları da olan bu kültür aynı zamanda “baba figürüne” zaafı yüzünden maalesef kötü niyetli otokrasi arayışlarına kolayca alet edilebiliyor.” (https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/kuzey-kore-modeli-siyaset-1588042)
Aslında çağımızda karşılaşılan küresel problemlerin temelinde burada bahsedilen iki farklı ve aşırı toplum yapısının bulunduğunu düşünmekteyim. Bir yandan “bireysel kimliği” olmayan insanların adeta bir sürü gibi öbeklendiği ve kendilerini güdecek bir “çobana” veya İbrahim Kiras’ın deyimiyle bir “baba figürüne” muhtaç oldukları Kuzey Kore gibi toplumlar bulunmakta… Öte yandan, neredeyse bir anarşist bakış açısıyla herkesin her şeyi hiçbir kayda bağlı olmadan yapma özgürlüğüne sahip olduklarına inandıkları ABD gibi toplumlar. Bu toplumlarda bireysel kimlikten öte bireycilik öne çıkmaktadır. İktisat biliminde ve diğer sosyal bilimlerde bugünkü egemen anlayış da, bireyi kutsayan, bireyciliği toplumsal örgütlenmenin merkezine oturtan bir anlayıştır. Kendilerine “liberal” adı veren siyasi hareketlerin de fikri temelinde bireycilik bulunur.
“Hocam, birey olmakla bireycilik arasındaki fark nedir?” Hemen cevaplayayım: Sanayileşmiş ve şehirli bir toplumda bireylerin kendi kimliklerini aile, aşiret, tarikat, siyasi parti, hemşehri derneği gibi mensup oldukları çeşitli topluluklar üzerinden değil de kendilerinin topluma katkıları ve yaptıkları üretimle tanımlamaları onların birey olduklarının en önemli göstergesidir. Yani aslında bir kişinin birey olabilmesi için bir meslek sahibi olması en önemli kriterdir. Bu sayede birey kendi hayatını kendi ayakları üzerinde durarak idame ettirir. Meslek sahibi olmak hem kapitalist toplumdaki iş bölümü ve uzmanlaşmanın doğal sonucudur hem de bireyin özgürleşmesini sağlar. Öte yandan bireycilik ise, bir toplumun en huzurlu ve en yüksek yaşam standardına kavuşmasının yolunun bireysel özgürlükleri en yüksek düzeye çıkarmaktan geçtiğini, eski toplum yapılarından kalan din, aile, gelenek ve töre gibi kurumların bireyin özgürleşmesinin önünde bir mani olduğunu savunur. Bireyciliği savunan iktisatçılar da, ekonomide devlet müdahalesinin olmaması gerektiğini, piyasanın tam olarak işlediği bir ekonomide hem gelir dağılımı adaletinin sağlanacağını hem de istikrarlı bir büyümenin tesis edileceğini savunurlar. Yani, bu görüşe göre, bütün toplumsal kurumlar lağvedilmeli, milletlerin tarihlerinden gelen kültürel değerleri ortadan kaldırılmalı, insanlar sadece kendi çıkarları doğrultusunda üretim ve tüketim kararlarını almaları, bu sayede toplum daha zenginleşmeli ve daha özgürleşmelidir.
Modern bir toplumda ve sağlıklı bir demokraside insanların bireysel kimlik sahibi olmaları çok önemlidir. Tabii ki, her insanın, hayatında içine girdiği farklı topluluklara göre farklı rolleri bulunmaktadır. Örneğin ben bir üniversite profesörüyüm, aynı zamanda YeniBirlik yazarıyım, Galatasaray taraftarıyım, Müslümanım, Adapazarlıyım, bir eş ve bir babayım, aynı zamanda bir evladım… Bunun gibi birçok toplumsal role sahibim. Ama benim bireysel kimliğimi oluşturan ve beni diğer bireylerden farklılaştıran en önemli özellik ne özel hayatımdaki durumum, ne dini ve toplumsal tercihlerimdir. Beni farklı kılan mesleki üretimim ve bilgi birikimimdir. Bu sadece benim için değil, herkes için geçerlidir. Bir işçi, bir berber, bir ressam, bir bankacı veya bir hekim… Ne iş yaparsak yapalım, hayatımızı idame etmemiz için gelir sahibi olmamız ve bunun için üretmemiz gerekir. Eğer gelirimiz ya da hayatımızı kendi başımıza idame edecek gücümüz yok ise kendi kimliğimizi yardım ve destek aldığımız toplulukların – aşiret, cemaat, siyasi parti veya hemşeri ilişkisi- kimliği ile özdeşleştiririz. İşte vatandaşlarında birey kimliği oluşturabilen bir toplum, bu yüzden, sürü olmaz, bir “çobana” veya İbrahim Kiras’ın deyimiyle bir “baba figürüne” ihtiyaç duymaz.
Bireycilik ise, siyasi bir bakış açısıdır. Özünde de, dünyada egemen olan küresel sermaye gücünün, insanları birer tüketim makinası ve iş gücü kaynağı olarak değerlendiren bakış açısı yer alır. Mevcut milli devletler, her ülkedeki toplumsal kültür ögeleri ve bunların sunduğu dayanışmacı üretim ve tüketim kalıpları, tükenmeye yüz tutsa da halâ daha mevcut olan sosyal devlet kalıntıları küresel sermayenin kâr iştahı önünde birer engeldir. Aslında karşı karşıya olduğumuz felaket ne koronavirüs, ne uğursuz 2020 yılı, ne de mevcut siyasi liderlerdir. Felâketin esas adı küresel kapitalizmdir, bu ise emperyalizmin en son aşamadaki halidir. Bu manada, bireycilik, küresel kapitalizmin rahatlıkla işleyebilmesi için dünyadaki her insana dayattığı temel ideolojidir.
SONSÖZ: Muhakkak bireysel bir kimliğiniz olsun, ama asla bireyci olmayın.