Yayınlanmış on kitabım var.

Yayınlanmış on kitabım var.

Biri roman.

Gazetecilikten emekli olacak kadar gazetecilikle uğraştım diğer taraftan…

Fakat “Ne iş yaparsın?” sorusuna ağzımı doldura doldura bir cevap verebildiğimi hatırlamıyorum.

Bu benim problemim ve arızam…

Ama şunu rahatlıkla iddia etmişimdir: “Orhan Pamuk’un yazdıkları roman ise ve Nobel alabiliyorsa, Tarık Buğra’nın günahı neydi?”

Kendim için aradığım bir hak yok. Lakin “hak”kı teslim etmekteki ahlakım hep rahatsızlığa sebep olmuş ve bana zarar vermiştir.

Olsun.

Bu saatten sonra vazgeçecek değilim.

Diğer taraftan modern zamanların eksantrikliğinin yanı sıra hızlı akıp geçtiği, değişim ve dönüşümün de bir o kadar farklı manzaralar ve algı/ alışkanlık dünyaları tesis ettiği itiraz edilemez bir gerçek.

Ben bırakın babamı, dedemi bile anlayabiliyordum yaşadığı ortam ve sosyal değerleriyle…

Bugün oğlumun beni anlayamayacağı kadar çağ farkı var aramızda.

Yani biz kılıçla savaşıyorduk meydanın orta yerindeyken… Haliyle kılıçla savaşta kahpeliğin sınırları daha belirgindi.

İş ekran başından tuşlara basarak mücahitliğe evrilince olan bitenin pratiğine kafamız basmıyor.

Ama “savaş sanatı” klasiktir/ eskimez.

Kenardan kenardan söyleyecek lafımız var. Haddimizi de biliriz. Meydanlar sizin olsun.

Lafı daha ilk cümleden Cumhurbaşkanımızın “Biz tekkeye mürit aramıyoruz!” fırçasıyla başlatacaktım. Azıcık mevzuya ısınalım istedim.

Evvela bu ifadenin ve azarlama tonunun hoşuma gittiğini söylemeliyim.

Her önüne gelenin şeyhliğe soyunduğu ve elinde hıyar tutan herkesin peşine kalabalıkların koşturduğu günümüzde, AK Parti’nin bir cemaat olmadığının altının çizilmesi gayet isabetlidir.

Zaten Cumhurbaşkanımızı tekkenin şeyhi kabul edecek olsak, ne ona uçakta soru soran hatun kişi müride olur, ne de alkol duvarının üzerinden hayata bakan zevci…

Keza “şarabın saati olmaz!” vecizesini hayatımıza sokan ve ana/ baba kontenjanından ekran parselleyen bir “pirdaş” da istemezdim doğrusu, “Reis nereye biz oraya!” heyecanıyla partiyi cemaat olarak algılamak hatasına düşerken.

İyi ki AK Parti bir siyasi parti…

İyi ki tekke değil.

O zaman Kadir Topbaş’a da temenna çakmak gerecekti; tarikat adabı mucibince…

Hatta belki epilepsi krizleriyle hepimizi derin üzüntülere gark eden damadına da…

Çünkü edeptir tarikatın ilk adımı…

Uzun bir olgunluk yolculuğundan sonra dönüp bakarsın ki, son adımı da edeptir.

Siyasetle edebi aynı cümle içinde kullanmak, hak verirsiniz ki, dünyanın en çetin işidir.

Zaten onun için cemaatler siyasete bulaşıp kirlenmiş…

Siyaset cemaatlere yaslanıp kaykılmıştır.

Bu sütuna sığmaz, bulup buluşturup okuyuverin; Akşemseddin’in neden çekip gittiğini veya Şeyh Ebul Vefa’nın kapısına yüz süren Sultan Mehmed’i neden kabul etmediğini iyi anlamak lazım gelir.

Salih bir Müslüman olmadan siyasal İslamcılığın heyecanıyla debelenenler ve şeyhliğin babadan oğula geçtiğini zannedenler Cumhurbaşkanımızın fırçasına üzülüyorlar.

Halt ediyorlar.

Siyaseti temizlemesini umduğumuz bir makam en azından “tekke” kavramının olması gereken mehabetine titizlik göstermiştir.

Dolayısıyla sevinmek lazım.

Ve dolayısıyla herkes işini yapsın…

Gazeteci müritlerin saf tuttuğu bir meydanda kazanan ancak kahpelik olurdu.

Şimdi biz kenardan bakmaya devam edelim; kim gazetecilik yapıyor, kim siyasete gönül vermiş ve kim Allah yolunda boyun bükmüş… Ve kim müritliği, kardinal poposu yalamakla karıştırıyor…

Yoksa genelevin bahçesinde kılınan cenaze namazına dönecek halimiz!

Ne imam sorabilecek “Nasıl bilirdiniz?” diye…

Ne cemaatin cevap vermeye takati olacak.

Dolayısıyla fırça yerini bulmuştur; Orhan Pamuk aldığı Nobel’e rağmen, Tarık Buğra’nın eline su bile dökemez…

Namaz için saf tutulacak yer bellidir.