En son açıklanan gelir dağılımı verilerini, paylaşalım önce…
En son açıklanan gelir dağılımı verilerini, paylaşalım önce… TÜİK'in son yaptığı araştırmaya göre, en yüksek eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine sahip yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,3 puan artarak yüzde 48,0'a çıkarken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,1 puan azalarak yüzde 6,0 oldu.
En yüksek gelire sahip olan yüzde 20'lik kesim TÜİK veri seti için 2006 yılında yüzde 48,4'lük pay almıştı. Onu takip yıllar içinde aldığı payda düşüş eğilimi görülen yüzde 20'lik kesim, 2022 yılında toplam gelirden aldığı yüzde 48'lik payla 16 yılın ardından en yüksek payı almış oldu.
Bu veriler ne anlama geliyor. TÜİK anketlerden elde ettiği yıllık kişisel gelirleri baz alarak bütün topluma yönelik bir projeksiyon yapıyor. Sonra kişisel gelir verilerini büyükten küçüğe sıralıyor. Bu sıralamadan sonra ilgili verileri beş eşit parçaya ayırıyor. İşte en yüksek gelire sahip ilk parçadaki kişilerin gelirlerinin toplamını alıyor ve toplam gelir içindeki payını hesaplıyor. Buna göre şöyle yorum yapabiliriz: 85 milyonluk nüfusumuz bulunmakta ve bu nüfus ortalama 3,5 kişilik ailelerden oluşmakta iken ortalamada her ailede 1,5 kişi çalışmaktadır. Bu da yaklaşık 24 milyon 280 bin aile demektir. Bunların içinde en yüksek gelire sahip olan 4 milyon 857 bin aile toplam milli gelirin yarısına yakınını kazanmaktadır (yüzde 48). Öte yandan en düşük gelire sahip olan 4 milyon 857 bin aile ise toplam milli gelirin sadece yüzde 6’sını elde ediyor. Başka bir deyişle 24 küsur milyon ailenin ortak ürettiği gelirin yarısına yakını en zengin 5 milyon aileye gitmekte. Bu çok ciddi bir eşitsizliktir.
“Hocam ekonomimiz büyüyor, kriz şartlarında ve dünyada resesyon beklenirken Türk ekonomisi hızla büyümekte. Niçin bu adaletsiz gelir dağılımı var?” Bir çok insan büyüme olan yerde adaletsizlik olmayacağını düşünmekte olduğu için bu durum da kafalarını karıştırıyor. Bu tür soruları çok farklı kişilerden duymaktayım. Bu yüzden bugün büyüme ve eşitsizlik ilişkisini ele alacağım.
BÜYÜMENİN KAYNAĞI NEDİR?
İktisat biliminde büyüme denince kastedilen “ekonominin toplam üretim kapasitesindeki artıştır.” Toplam üretim kapasitesindeki artış da başta işgücü olmak üzere sermaye ve girişim gücünün hem miktarının hem de üretkenliğinin artması anlamına gelir. Büyüme iktisadı çalışan bilim insanları genelde gelirin toplumun hangi kesimine ne kadar dağıldığı sorununu ihmal ederler. Onlar daha çok kapitalist bir ekonominin hangi şartlarda istikrarlı ve kendi kendini besleyen bir büyüme trendine sahip olabileceğini araştırırlar. Dolayısıyla, yine genelde, devletin müdahalesinin olmadığı ve dışa açık olmayan ekonomi modelleri üzerinden analiz yaparlar.
Bir ekonominin bu anlamda büyümesinin kaynağı işgücü hacmi ve verimliliğinin artış oranı, kişi başına sermaye stoku ve sermayenin üretkenliğinin artış oranı, girişim gücünün artış oranı ve teknolojik gelişme oranıdır. Pekiyi bir ekonomi büyürken gelir de artmaz mı? Bu zenginlik yaratmaz mı? Büyüme varken fakirleşme nasıl oluyor? Bu sorular büyüme iktisadının cevapladığı sorular değildir ama kalkınma iktisadı tam da bu sorularla ilgilenir.
GELİRİN KAYNAĞI VE DAĞILIMI
Bir ekonomide üretim yapılıp piyasada satıldığında elde edilen satış geliri üretimi yapan üretim faktörleri arasında dağıtılır. Firmalar üretimden elde edilen satış geliri ile işçilere ücret, bankalara faiz, mülk veya toprak sahiplerine kira ve devlete vergi öderler. Arta kalan para (eğer varsa) firmaya kâr ve firmanın ortaklarına kâr payı olarak dağıtılır. Dolayısıyla üretim işçilere ücret, banka ve mudilere faiz, devlete vergi, mülk sahiplerine kira ve girişimcilere kâr olarak gelire dönüşür. Burada önemli olan husus yaratılan katma değerdir. Gelirin kaynağı katma değerdir çünkü bu saydığım kişi veya kurumlar hammadde ve ara girdileri işleyerek piyasada satılabilecek nihai mala dönüştüren kurumlardır. Katma değer bu dört faktörün yani işgücü, sermaye, toprak ve girişimin üretime atkılarıyla ortaya çıkar. Pekiyi devletin vergi alması burada işi bozmuyor mu? Hayır, devlet adalet, güvenlik ve altyapı hizmetlerini firma veya sektör gözetmeksizin sunar. Bunlar olmadan ne piyasa oluşabilir ne de üretim gerçekleşebilir. Bunun karşılığında da vergi alır.
Faktörlerin verimliliğinin artması ve / veya teknolojik gelişme katma değeri de arttırır. Burada gelir dağılımı açısından önemli olan soru üretim faktörlerinin katma değerin ne kadarını ürettiği ve ne üretilen gelirden ne kadarını elde ettiğidir. Örneğin katma değerin yarısını işgücü üretiyorsa adil olan gelirin yarısının da işgücünün ücret olarak almasıdır. Ya da sermaye (yani üretimde kullanılan makineler) gelirin yüzde 25’ini üretiyorsa adaletli olan o makinelerin sahiplerine yatırım kredisi veren bankaların ve dolayısıyla mevduat sahiplerinin de üretilen gelirin yüzde 25’ine faiz olarak sahip olmasıdır. Pekiyi hangi şartlar altında adil bir gelir dağılımı olur? Bunu da aşağıda yanıtlayalım.
GELİR DAĞILIMINDA ADALET NASIL GERÇEKLEŞİR?
Egemen iktisat anlayışını temsil eden Neo-Klasik okula göre “eğer ekonomideki piyasalarda yeterli rekabet şartları oluşmuşsa ve yine faktör piyasalarında adil rekabet varsa, o takdirde, her üretim faktörü üretimden üretime yani katma değere yaptığı katkı kadar pay alır.” Yani toplumdaki herkesin adil bir gelir paylaşımına ulaşabilmesi için önemli şartlardan biri rekabet ve fırsat eşitliğidir.
Sanayi üretimi içindeki sektörlerde, genelde az sayıda firma ve çok sayıda işgücü bulunmaktadır. Egemen iktisat anlayışının varsaydığı gibi tam rekabet değil eksik rekabet bulunmaktadır. Firmalar emek piyasasında çoğunlukla sıkı oligopson (2-8 arası firma sayısı olan sektör) nadiren de monopson (tek firmanın bulunduğu piyasa) konumunda olabilmektedirler. Bu da işgücü ücretlerini işçinin hak ettiğinin çok altına çekebilme gücünü firmalara vermektedir. Yani işçiler 100 birimlik üretimin 50 birimini üretirken gelirin örneğin 20 birimini elde edebilmektedirler. Hak ettikleri halde elde edemedikleri 30 birim ise pazarlık güçlerine bağlı olarak bankalar, firmalar ve mülk sahipleri arasında paylaşılmaktadır. Hizmet sektöründe sanayi sektöründen farklı olarak monopson veya oligopson yerine rekabetçi yapılar bulunmaktadır. Ancak burada ise, hem eksik bilgi hem de emeğin heterojen olması sebebi ile işgücünün elde ettiği ücretler ile ürettiği katma değer arasında ciddi farklar olabilmektedir. Dolayısıyla emeğin bu şartlarda hem örgütlü olması (sendikalaşma) hem de sosyal devlet kurumlarınca korunması (sosyal güvenlik kanunu ve asgari ücret uygulaması) bir zorunluk olarak ortaya çıkmaktadır. Tarım sektöründe ise gıda, tekstil, deri ve benzeri sanayi sektörlerindeki büyük ölçekli firmalar ile küçük çiftçilerin karşılaştığı durumlarda, çiftçiler kendi hak ettiklerinin çok altında fiyattan ürünlerini satmak zorunda kalabilirler. Bu durumda da, tıpkı işçiler gibi, çiftçilerin de örgütlenmesi (kooperatifleşmesi) ve devlet desteğine ulaşabilmesi (destekleme alımları ve teknik zirai destek) gereklidir.
İkinci olarak gelir dağılımda adaletin sağlanması için gerekli olan koşullardan biri de sektörel orantılı büyümedir. Büyüme iktisadı daha önce belirttiğimiz gibi ekonominin toplam üretim kapasitesinin büyüme dinamiklerini inceler. Ancak ekonomide çok farklı sektörler bulunmaktadır. Her sektörde teknoloji ve faktörlerin katma değere katkısı farklılaşmaktadır. Bunun da ötesinde, gerçek anlamda üretken olan sektörler tarım, sanayi, sağlık ve eğitim sektörleri iken üretken olmayan sektörler eğitim ve sağlık dışı hizmetler ve inşaattır. Eğer ekonominin kendi şartları, dış dünya ekonomisinden kaynaklanan etkenler veya hükümet politikası inşaat ve hizmetlerin orantısız büyümesine yol açarsa, o takdirde, örneğin milli gelir yüzde 5 artarken üretim kapasitesi yüzde 2 artar. Gelirle üretim arasındaki farlılık açık ekonomide ithalat ve dış borçla karşılanır. Yani, aslında, milli gelir ancak borçla büyümektedir. Bu durumda dış borcun aşırı büyümesi, dış dünyaya gelir transferine yol açarken içeride dış finansal çevrelerle bağlantılı aracıların ciddi gelir elde etmesine yol açar. Burada kim kaybeder? Başta işgücü olmak üzere üretken sektörlerdeki girişimciler. Sonuç olarak gelir dağılımında adaletin bozulmaması için dengeli ve orantılı bir büyüme sürecine ihtiyaç vardır.
Üçüncü olarak gelir dağılımının bozulmasına bir sebep de fiyat istikrarının bozulması ve yüksek enflasyondur. Özellikle sabit gelirli çalışanlar, küçük çiftçiler ve nispeten küçük ölçekli firmalar bu durumdan zarar görürken (gelirleri enflasyon altında kalırken), büyük firma sahip ve ortakları, altın ve döviz istifçisi rantiyeler, gayrımenkul sahipleri ve büyük ve orta ölçekli firmalar bu durumdan faydalanır, (gelirleri enflasyonun çok üstünde oranlarda artar). O yüzden fiyat istikrarı ve düşük enflasyon gelir dağılımda adaletin sağlanması için zorunlu şartlardan biridir.
Pazartesi Türkiye’de gelir dağılımında adaleti yazacağım.