Britanya'da salgında günlük vakalar 60 bin rakamlarına ulaşmış vaziyette.
2020 yılı ardından 2021 yılında suların durulacağını bekleyenler yanıldılar. 2021 yılı da çok hızlı başladı. Güzel memleketimizin uzun zamandır içinde bulunduğu duygusal fırtınalara bağlı sürekli değişken toplumsal atmosfer bütün dünyaya da sirayet etmiş gibi gözüküyor. Türkiye saatiyle çarşambayı perşembeyi bağlayan gece –belki tarihinde ilk defa- ABD Kongresi (yani ABD Millet Meclisi) Trump taraftarı cahil, çapulcu ve lümpenler tarafından basıldı. Washington DC’de 15 günlük sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Dün gece dinlediğim bütün ulusal ve uluslararası medya kuruluşları bunun demokrasiye yapılmış bir darbe olduğunu söylemekteydiler. Beni en çok keyiflendiren şey ise gerek Sayın Kalın’ın gerekse Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarında “ABD’deki gelişmelerden duydukları endişeleri” ifade etmeleri ve “taraflara sağduyu ve itidal” tavsiye etmeleriydi. Genelde onlar bize sağduyu ve itidal tavsiye ederlerdi. Bu sefer çekirdek çitleyip olayları seyreden tarafta olmak keyifliymiş.
Britanya’da salgında günlük vakalar 60 bin rakamlarına ulaşmış vaziyette. Aşılamaya ilk başlayanlardan olan ülkede bir de virüsün mutasyona uğramış yeni bir türü tespit edildi. Akşam BBC’yi izlediğimde uzmanlar ve tartışmacıların gözlerinde gördüğüm şaşkınlık ve çaresizlik ifadesi idi. AB genelinde de durum pek farklı değil. AB’nin aslında bir birlik olmaktan çok uzak olduğu, ABD’nin askeri zoruyla bir araya gelmiş ülkelerin bir yamalı bohçası olduğu çok zamandır söylediğim bir şeydi. Bu koronavirüs salgınında dediklerimin ne kadar doğru olduğu ortaya çıktı.
Körfez ülkeleri ve Katar, İsrail’in iteklemesi ile barıştılar. Muhtemeldir ki, başta silah sanayi olmak üzere hemen hemen her alanda ortaklık kurduğumuz bu ülke de Türkiye karşıtı cepheye katılacaktır. İkinci bir ihtimal de, Türkiye ile İsrail’in hasımlığı bırakıp tekrar ortak hareket etme kararı vermeleridir. Orta Doğu’da siyaset o kadar kaygan, değişken ve belirsiz ki her iki senaryonun da gerçekleşme ihtimali eşittir.
Dünya böyle iken güzel memleketimizin de dünyadan geri kalan bir tarafı yok. Bu hafta içerisinde üç tane boş beleş tartışma konusu medyamızı kapladı: Türban problemi, darbe olma ihtimali ve Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektör.
Hem CHP’nin kıdemli siyasetçilerinde hem de parti içindeki müzmin muhaliflerden bir eski milletvekili “Türbanlı hâkimin tarafsızlığına güvenemem!”, dedi ve kıyamet koptu. Sayın Kılıçdaroğlu “Bu görüşün partilerinin görüşünü yansıtmadığını ve kendilerinin Genel İdare Kurullarında türbanlı üyelerin bulunduğu” yolunda bir beyan verdi. Sayın Cumhurbaşkanı da, bu açıklamadan memnuniyet duyduğunu belirteceği yerde türbanlı CHP’lileri “vitrin süsü” olarak gördüğünü bildirdi. Bu hoş, eğlendirici ama bir o kadar da boş ve anlamsız bir tartışmadır. CHP’li müzmin muhalif emekli siyasetçinin yakışıksız sözlerine mi üzülsem, yoksa siyasetin tepesindeki iki figürün bu konuya balıklama atlayıp boş yere tartışmasına mı? Bilemedim.
Emekli Genelkurmay Başkanlarımızdan birisi “Menderes erken seçime gitse darbe olmazdı” mealinde birkaç lakırdı etti. Üstüne artık gazetelerde çok gözükmeyen bir kıdemli gazeteci de youtube kanalında “Hükümeti darbeyle indirecek bir güç yok! Bu hükümetin gitmesi için doğal afetler, yıkımlar gerekir!” dedi. Bu iki beyanın üzerine kendilerinin yerli ve milli olduğunu iddia eden bazı mevkute yazarları Paşa’nın hükümeti darbeyle tehdit ettiğini söylediler. Öte yandan, artık unutulmaya yüz tutmuş o medya mensubunun yakışıksız ve ahmakça sözleri üzerine de bu zavallıyı darbenin başı ilan ettiler. Birkaç gün de bu tartışıldı. Televizyon programlarının her konuda uzman gediklileri de yine bu konu üzerinden Karagöz-Hacivat oynatmaya devam ettiler.
Üniversitelerin özerkliği her daim tartışılan bir mevzudur. Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektör Boğaziçi Üniversitesi kökenli olmadığı, üstelik iktidar partisinde de bir dönem çalışmış bulunduğu için kendilerini üniversite öğrencisi olarak niteleyen bir güruhun protestolarına maruz kaldı. Muhalif mevkutelerde “Boğaziçi’ne kayyum” yaveleri söylenirken iktidar yandaşı mevkutelerde de “Yedirmeyiz!” sloganları atıldı. Atanan rektörün CV’sine bakıldığında ODTÜ Mezunu olduğu, Yüksek Lisans ve Doktorasını da Boğaziçi’nde yaptığını görüyoruz. Üstelik 8 sene de bu üniversitede öğretim üyeliği yapmış bir kişilik. O zaman niye protestolar bu kadar arttı? Bu meselede iki önemli nokta vardır.
Birincisi ve en önemlisi Üniversitelerde bütün gücün rektörde toplanmasıdır. Hâlbuki çağdaş dünya üniversitelerinde rektörlük sadece idari bir makamdır. Bugün ülkemiz üniversitelerinde rektörün yaptığı işi yapamayacak bir rektör sekreteri bulunmamaktadır. Akademisyenlerden rektör seçmek kadar yanlış bir yaklaşım olamaz. Pekiyi doğrusu nedir? Üniversitelerde bilimsel araştırma, öğrenci yetiştirme gibi faaliyetlerde en önemli kişilerin Bölüm Başkanları olması gerekir. Yani Bölümlerin inisiyatifinin arttırılması gerekir. Yoksa Üniversite’nin temizlik ve bakım işleri, inşaatları veya maaş ödenmesini yönetmek için Profesör olmaya gerek yoktur. Rektörlerin profesyonel yöneticiler arasından seçilmesi gerekir, Hocalar arasından değil!
İkincisi protestoyu yapan kişilerin kimliğidir. Boğaziçi Üniversitesi kamuoyunda bilindiği kadarıyla ABD meşrepli liberal öğretiye bağlı bir üniversitedir. Ancak benim yakından bildiğim kadarıyla, özellikle üniversitenin belli bölümlerinde, çağ dışı marjinal sol gruplar ve etnik ve mezhepsel ayrım savunusu yapan bazı bölücüler kadrolaşmıştır. Medyadan elde ettiğimiz açık istihbarata göre de protesto gösterisi yapanlar arasında ciddi oranda öğrencilikle alakası bulunmayan marjinal sol örgütlerin mensupları bulunmaktadır. Amacın ortalığı karıştırmak olduğu doğrultusunda intibalar oluşmaktadır.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Rektörlük bu şekilde üniversite hocalarına verilecek bir makam olarak kalır ve bütün üniversite rektörün demir yumruğu ile idare edilmeye devam ederse (ki bu 12 Eylül’ün getirdiği sistemdir, DMD) bu tartışmalar her daim devam eder. Üniversite öğrencisi olmayan radikal görüşteki unsurların protestosunu öğrenci protestosu olarak kabul ettirmek için ortalığı ayağa kaldırmak da pek demokrasiyle bağdaşmaz.
Şimdi size soruyorum: Gerek memleketimizde gerekse bütün dünyada küresel felaketlerin (Koronavirüs salgını, uluslararası göç, uluslararası terörizm, popülist hükümetler, iklim bozulması ve küresel ısınma benzeri) ayyuka çıktığı bu dönemde, bu örneklerini saydığım dünyada küresel dayanışma, fakirlik ve açlıkla mücadele ve küresel barış mümkün müdür? Ben pek ihtimal görmüyorum. 2021 yılı için tek diyebileceğim traji-komedinin 2020 yılından kaldığı yerden devam ettiğidir.
Hayırlı Cumalar.