Başka ülkenin siyâsî derdiyle dertlenme gibi bir lüksümüz olmadığı için, bu ülke, Türkiye.
Şu kavanoz dipli dünyâ üzerinde insanoğlu yaşamaya başlayalı beri, nice zâlim krallar, kan dökücü imparatorlar, acımasız voyvodalar, insanlıktan nasibini almamış ağalar, beyler hüküm sürdü. Siyâset bilimi açısından bunları “diktatör” başlığı altında toplayabiliriz. Hatta daha ileri gidip bu konuda mesâi harcayıp bu işin “kitabı yazan”lar bile var. Zuhal Çağdaş’ın kaleminden çıkan e-kitap “Diktatörler Ansiklopedisi” ismini taşıyor. Kitabın kapağında Hitler’den Mussolini’ye, Napolyon’dan Cengiz Han’a, Stalin’den Kaddafi’ye, Çavuşesku’dan Saddam Hüseyin’e kadar birçok ismin resmi var.
Diktatör kavramının birçok tanımı var. Bu tanımların ortak noktası, despotluk ve baskı. Eski bir kavramla söylemek gerekirse, “istibdat yönetimi” şimdiki diktatörlük tanımına karşılık geliyor. Elbette bu tanımların içeriği mutlak ve değişmez değil.
Ama diktatör ve diktatörlük tanımlarının bir kişiye ve o kişinin yönetimine yapılması için genellikle diktatör denen kişinin ölmesi gerekiyor. Diktatörlerin iktidarlarını kaybetmesi gibi bir özellikleri olmadığı için, diktatörleri iktidardan indiren tek güç, “takdir-i ilâhî” oluyor. Târih yapıldıktan sonra yazan tarafından şekillenen bir özelliğe sâhip olduğu için, bir kişinin “diktatör” damgasını yemesi, onun kaybeden tarafta olması veya kazanan tarafta olmamasına bağlıdır.
Hangi iktidar?
Şimdi bir ülke düşünelim. Bu ülkede erkler ayrılığı var, hatta erklerin her biri kendi içinde iktidar mücâdelesi verecek kadar heterojen. Yürütmeye tâlip olan birçok siyâsî parti var. Bunların altyapılarını destekleyen sivil toplum kuruluşları da bir hayli çok. Yasama erkinin elemanları ise, Taksim Meydanı’ndaki insanlar kadar çoklu bir yapı arz ediyor. Mesela yasama erkinin kurumsal yapısı olan parlamentoda hiçbir partinin tek başına çoğunluğu yok. Farklı çıkar ilişkileri içinde birbirine destek veren partiler olduğu gibi, siyâsî ikbâlin ötesindeki konulara öncelik verip üst-siyâset yapan partiler de var. Bunların yanında, parlamentosunda bulundukları ülkenin toprak bütünlüğü hakkında niyeti bozanların sesinin yüksek çıkması alışılmış bir şey.
Merkezî iktidârın yanında, ülke çapında vatandaşa daha yakın olma avantajına sâhip olan yerel iktidarın, yasamanın renkli yapısından geri kalır tarafı yok. Ülkenin en çok oy alan partisi, ülkenin en büyük beş ilinde yerel iktidarda değil. Ama bu şehirlerdeki kişisel iktidarların arkası sağlam değil, çünkü il meclislerinde çoğunluğa sâhip değiller.
Bahsi geçen ülkenin başında bulunan partinin siyasal iktidar süresi bir neslin sıfırdan oluşması için yeterli olacak kadar uzun olsa da gençler “babalarının partisi”ni, takım tutar gibi destekliyor.
Bu ülkenin medyasının “havuzda boğulduğu” söylenip “tek seslilik” iddiası her geçen gün taraftar bulsa da, ülkede askerî darbe yapanlar bile, yurtdışından yayınladıkları sosyal medya hesapların istediğini yazıp söyleyebiliyorlar.
Diktatörlük(!) olmasaydı
Başka ülkenin siyâsî derdiyle dertlenme gibi bir lüksümüz olmadığı için, bu ülke, Türkiye. Diktatör olmakla itham edilen kişi, Recep Tayyip Erdoğan. Kendi siyâsî tabanı, on yedi yıldır her seçime “ya bu sefer kazanamazsak” korkusuyla giriyor. Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti, seksen yıla yakın bir süredir devam eden ve iktidârı garanti eden siyasal sistemi değiştirip “başkanlık” sistemini getirdiğinden beri, eskiden yüzde 40-42 ile kazanılan iktidar, şimdi en az yüzde 50+1’e yükseldi. Hangi diktatör, seçim kazanma şartlarını zorlaştırır? Normal bir diktatörlükte seçimler, göstermelik olmaktan ileri gidemezken, AK Parti kazandığı her seçime, ilk defa iktidar olacakmış gibi girdi.
İddia edilen diktatörlük(!) olmasaydı, AK Parti’den bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan isimler, “diktatörlük partisi”ne cephe alabilirler miydi? Alsalar bile, siyâsî başarı kazanmaları için “demokratik” hakları kullanabilirler miydi? Bu partiler, gerçek ve eli kanlı diktatör Kenan Evren’in kapatıp 1983 seçimlerine girmesini engellediği partilerin kaderine ortak olur muydu? Muhalefet partileri Türkiye’ye ekonomik kumpas kurmak için IMF ile gizli görüşmeler yapabilir miydi? Hakan Şükür ve Erkam Tufan, Adem Yavuz Arslan gibi FETÖ’cülerin açtığı Youtube kanallarına Türkiye’den ulaşım mümkün olur muydu?
Bunlar ve daha niceleri olduğu veya olmadığı için, şunu söylemekte beis yoktur ki, insanlık târihi böyle bir diktatör ve böyle bir diktatörlük görmedi. İnşallah bundan sonra diktatörlük heveslileri bu yapılanları ve yapılamayanları “örnek” alırlar.