Her deprem sonrası hayatımızı önemsemeyenlere veryansın ediyoruz da, neden önlerine geçemiyoruz. Bakın beş bina ayakta, bir bina yerle bir.
Yine bir büyük deprem… Yine korktuk. Başımız sağ olsun, hayatını kaybeden vatandaşlarımız var.
Yaralılara Allah’tan acil şifalar dileyelim…
Hep beraber yaralarımızı sarmak için çalışıyoruz. Ama şu gösterdiğim fotoğraf var ki, acıyı ikiye katlıyor.
Hiç mi ders çıkaramadık diyorum yine, hiç mi önemsemiyoruz hayatımızı…
Her deprem sonrası hayatımızı önemsemeyenlere veryansın ediyoruz da, neden önlerine geçemiyoruz. Bakın beş bina ayakta, bir bina yerle bir.
Bu müteahhitler kimler?
Deprem hattındaki bu sorumsuzluğu yapanlarda hiç mi ahlak, vicdan
Hiç mi insanlık yok?
Söz bitiyor… Ne diyebiliriz daha fazla
***
“Aldatıcı Meta” neden var?
Televizyonun gelişim hikayesinde bir yanlış mı var ki bu noktaya geldik sorusuyla başlayalım.
Birkaç haftadır “yapay zeka” konusunda incelemelerde bulunurken bir de baktım ki asıl meseleyi atlamışım. Yapay zeka bir tarafa -kimine göre- televizyon denen bu illetin incelenmesi daha önemli.
“Kimine göre illet” diyorum çünkü televizyonun farkındalığı ve bilgiyi arttırdığı yönünde görüş bildiren bilim insanları da epey var.
Ben onlardan olmadığım için de “tek taraflı” bir yazı olacak bu.
Tabi illet sonucu kültürden kültüre toplumdan topluma değişiklik gösterebilir.
Ama “Her toplum televizyonu illet olarak tanımlamayabilir. Her toplumdaki karşılığı da farklı olabilir.” diyenlerden olmadığım için de rahat rahat yazacağım.
1923 yılında İskoç bilim insanı John Logie Baird televizyonu icat ederken haliyle buluşunun nereden nereye geleceğinden habersizdi.
Anlatılan şu ki;
Baird televizyonu bulurken şöyle bir hikayeden geçmiş:
“ Baird, bir rahatsızlık nedeni ile sağlığına iyi geleceğini düşünerek Batı Hint Adaları'na tatile gitti. 1922 yılında İngiltere'ye geri döndü. Hastings'e yerleşen Baird burada birkaç buluş denemesinde bulundu, sonuç hüsrandı. Daha sonraları aklında görüntüyü iletme düşüncesi gelişmeye başladı. Sağlık sıkıntıları devam ediyordu ve bunun üzerine para sıkıntısı da eklenmeye başladı. Alman Paul Nipkow'un buluşu olan optik bir tarayıcı diskini geliştirip, mekanik bir televizyon alıcı-vericisi geliştirdi. 26 Temmuz 1923'te patent başvurusunda bulundu. 1924 yılında patent onaylandı. Aradan geçen zamanda buluşunu geliştirmek için değişik yöntemler denedi. Bisküvi kutusu, örgü şişeleri gibi değişik malzemeler kullanarak çalışan bir televizyon elde etmeyi başardı. 1926 yılında Londra'da Kraliyet Bilim Akademisi'nde ve Oxford sokağında halka buluşunu tanıttı.”
İşte o günden sonra başladı her şey.
O bulunana kadar, en önemli icat radyoydu, bu alanda.
Daha masumdu TV’ye göre.
TV’nin yaygınlaşması sonrası daha iyi anlaşıldı ki radyo çok çok daha samimiydi.
Hala öyle mi tartışılır elbet, ancak televizyonun insana verdiği total zarara yaklaşabileceğini sanmıyorum.
***
Kendimizden yani, bağımlılığın, dünyanın pek çok ülkesinden kat be kat yüksek seviyelere çıktığı bizden devam edelim.
1968’deki ilk televizyon yayınından bu zamana nelerin değiştiğine bakalım.
Hislerimizin, algılarımızın hangi noktaya geldiğini, kültürel birikimimizin hangi noktalarda kırılmalar yaşadığını görelim.
Uzun uzadıya psiko-teknik söylemlerle konuyu açmaya gerek yok. En basit yanıyla “yalnızlığımızı” görmemiz yeterli.
Yıllarca farkına varamadan derinleşen yalnızlığımızın üstüne, özel yayıncılığın başlaması ve magazinleşmenin etkisiyle eğlence sandığımız trajedinin bizi hastalık aşamasına getirdiğini görmüyor muyuz?
Görüyoruz,
Ama artık müdahale edemiyoruz.
Rahatsızlığımızı biliyoruz ama çözüme gidemiyoruz.
***
Televizyon 1968’den beri adeta büyülü bir dünya sundu bize sunuyor da.
Hepimiz bu büyülü dünyanın bir parçası olduk…
“Dünyanın her bölgesinde daha çok bir eğlence aracı olarak kullanıldığı” belirtilirken
“Hayatı geliştirici etkileri olduğu” söylenirken
“Kültürleri birbirine daha yakın bir hale getirdiği” iddia edilirken,
Neden yalnızlaşıyoruz?
Alman toplumbilimci Theodor Adorno kültür endüstrisini “aldatıcı olmakla birlikte üretilen her türlü içerik pazara yönelik metadan farklı değildir” diye özetlerken, bence bu kültür endüstrisinin en önemli ayağı olan televizyonu işaret etmiş.
Çünkü televizyon aldatıcı,
Çünkü içerikleri, üretilen ürünler “meta”
Yani tüketim toplumunun içinde itibarsızlaştıran, yalnızlaştıran bir obje…
***
Somutlaştırmak için bir soru:
Zamanınızı nasıl değerlendirmek istersiniz?
A: Televizyonda bir dizi izleyerek
B: Tanpınar’ın bir romanını okumaya başlayarak
Yanıt sizin.
***
"Radikalist bir Batıcı mı?”
Ahmet Hamdi Tanpınar…
"Onun kısık sesle anlattıkları ise ummadığımız anda bir çare sığınağına dönüşür"
Denir…
Doğrudur.
Hakkındaki en önemli çıkarımlardan biri şudur ki,
Tanpınar,
"Kelimenin en gerçek manasıyla Avrupalı fakat aynı zamanda da en derin ve güzel bir şekilde milli" dir.
"İnsanın, etrafındaki terkibin bir parçası olduğuna inanan yazar, onları geniş çevreleriyle, bir ufacık hadisede derinleştirilen psikolojileriyle verir. Bunu yaparken de imajlarla zengin, Türkçenin en yüksek mizahi ve ironik üslubuyla, onları ve hayat karşısındaki tavırlarını anlatır."
Bilinçaltıdır Tanpınar,
Ahenktir,
Musikidir
Rüyadır,
Zamandır…
Kısacası,
Tamamlanmayan bir romanın adıdır, Tanpınar…
Der ki,
"bir umuttur zaman... bir müphemdir zaman... ilerledikçe gerileyen... hep yeniden başlayan... etmezseniz saatlerinizi ayar... sizin de hayatınız kayar..."
Rahmetle anıyorum…
***