İnsanoğlu ne kadar çabalasa da barışı çoğaltmayı maalesef başaramıyor.
İnsanoğlu ne kadar çabalasa da barışı çoğaltmayı maalesef başaramıyor. Dünya için iyilik, sevgi ve merhamet dilense de yine kötülük kazanıyor. Yaşadığımız yüzyılda savaş karşıtı gösteriler düzenlense de, eylemler yapılsa da şiirler romanlar yazılsa da, ödüller düzenlense de savaş hep önde koşuyor...
Barış bir ütopya mı bu yüzyıl için acaba? Platon'un İdealar dünyasında mı kaldı yoksa? Dünyayı güzellik kurtarmıyor artık ve bir insanı sevmekle başlamıyor her şey. Günümüzde sevmek yeterli kalmıyor dünyayı kurtarmaya. Yine insanlar hayatlarını kaybediyor yine çok sayıda yaralı var… Savaş var zulüm var...
Dünyada her yıl Nobel Barış Ödülü veriliyor. Peki neden veriliyor? Çünkü her yıl ulusların ve halkların kardeşliği, silah ve orduların azaltılması ve barış kongreleri düzenlemek için veriliyor ve bunun için en çok çaba sarf eden kişi, kişiler veya kuruluşlar alıyor barışın Nobellini.
İnsanlık bununla da kalmıyor. İlla da barış barış diyor ve onun için pek çok örgütler kuruyor: Dünya Barış Örgütü’nü mesela. Dünya Barış Konseyi mesela. Birleşmiş Milletler Teşkilatı mesela. Oysa 14 bin yıllık insanlık tarihine baktığımızda sürekli çatışma, kriz ve savaş içinde bir dünyada yaşadığımızı görmekteyiz. Nedenleri hem çok basit hem de çok karmaşık olabilmekte. Çünkü savaş ve barışa karar veren insanoğlu, dünyanın en karmaşık biyolojik, kimyasal ve ruhsal yapısına sahip bir canlı. Bazen hayvansal yönleri, bazen sevecen ve uysal yönleri öne çıkabiliyor.
Nobel ödüllü Gunter Blobel, son yapılan araştırmalarda canlılarda vahşet geni ve buna bağlı olarak çalışan beyinde bir saldırganlık merkezi bulunduğunu açıkladı. Bu merkeze ışın verildiğinde canlı saldırganlaşıyor. İnsanlara da radikal milliyetçilik ve ideoloji, din, ırk, cinsiyet ve partizanlık maskesi altında ışınlar veriliyor.
Evrensel anlamda bir günü, dünya barış günü olarak ilan etmek ve sadece sorunları tartışmak yeterli değil. Dünya barışına katkıda bulunacak, çatışma, kriz ve savaşları önleyecek, çıkanları süratle durduracak bir organizasyona gereksinim var. Kişisel hırs ve menfaatler toplum ihtiyaçlarının üstüne çıktığında, birçok millet ve kavmin yok olduğu görülmüştür. Yakın geçmişte ülkelerini savaş yüzünden terk edip Avrupa'ya göç etmeye çalışan mültecilerin halini gördük televizyon ve gazetelerde. Nasıl da içler acısıydı vaziyetleri. Hele o çocukların durumları...
İnsanoğlu bu zulmü bu acıyı hak ediyor mu sizce? Barış barış diye yakınırken birbirimize böyle mi davranmalıyız? O vakit bu vahşet geninin doğruluğuna ve Nietzsche'nin içimdeki hayvan düşüncesine inanmamak mümkün mü?
Soruyorum size? “Barış, savaşın yokluğu anlamına gelmez, o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, itimat ve adalet duygusudur” diyen Spinoza’ya “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.” diyen Yaşar Kemal’e, “Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk; kardeş olarak yaşamayı.” diyen Martin Luther King’e “Barış bir gülümsemeyle başlar.” diyen Rahibe Teresa’ya inanır mısınız?
Bu enteresan insanoğlu bakalım ne zaman tam anlamıyla barışı getirecek dünyaya yoksa "Ah mümkün olsa, savaş'tan barış, barış'tan insan yapardım ve her sabah çocuklara kurşun yerine şiir atardım ..." diyen Nazım Hikmet gibi sadece barışa şiirler mi yazacak?