Bir milletin bağımsızlığı çalışkanlığı ile ölçülür.
Bir milletin bağımsızlığı çalışkanlığı ile ölçülür. Çalışkanlığı da yetmez kendi kaynaklarını ne kadar kullanabildiği de önemli bir ölçüttür. Bu da yetmedi marka değeri yaratan ve dışarıdan gelecek cazip ürünlerin önünü kesebilecek şekilde stratejisi olur. Tüm bunlar da yetmez, bir milletin tam bağımsız olabilmesi tüketim denilen şeyin bir kuklası olmamalı ve bunun için de gerekli öz disiplini kazanmış olması gerekir. Tüm bunlar için de eğitim ve beraberinde oluşturulan bir kültürel kimlik kazanmış milletin fertleri olmalıydık. Olmalıydık diyorum çünkü olamadık.
Türk milleti çalışkandır
Evet, yıllarca okullarda andımızda yer alan bu cümleyi üzerine basa basa söyledik. Derslerimize çalıştık, sınıfları geçtik, okuduk ettik, andımızı söyledik durduk ama aradan 70’ler, 80’ler, 90’lar geçti. Ama biz hala çok dar alanda üretim yapıyorduk. Ekmeğimizi üretiyorduk, o da şükür yeterdi. Ama düşünceye yatırım yapmıyorduk. Akademisyenlere yatırım yapmıyorduk. O dönemlerde tarımda kendimize yeten bir millet olmanın değerini bilmiyorduk. Ancak ne olduysa liberal politikalar arkasından da gelen neoliberal politikalar bizi zenginleştirdi zannederken aslında biz tarımda üretmekle her şeyin hallolduğunu düşünüyorduk. Hatta tarımda üretebilirken o tarafı da terk edip hızla şehirlere göç ettik. Terör, darbeler ve kifayetsiz yöneticiler öyle ya da böyle milli olmaktan çok uzaktılar. Ayrıca her tür engellere rağmen teknoloji üretmek için yola çıkan birçok yerli firma mühendisleri intihar (!) ediyor, bilim adamlarımızın da uçakları düşüyordu. Daha da öncesinden otomobil üretmeye kalkmıştık ama haddimizi çok aştığımız söylenmiş olmalı ki o da durduruldu. Malum teyyare denemeleri de yapılmıştı ama her şeyde olduğu gibi çok ileri gitmemizin bizim için iyi olmayacağı söylenmiş olmalı. Buraya kadar olan 80 yıllık hikâyeyi hepimiz az çok biliyoruz.
Bugün üretmeye yeni başladık
Çok yol kat etmiş olsak dahi 80 yılın kaybını 20 yılda telafi etmek imkansızdı. Savunma sanayi, otomobil sanayi derken hızlı bir teknoloji üretimi içine girdik. Ancak atı alan Üsküdar’ı geçtiği için bizim çok daha fazla çalışmamız gerekiyor. Artık beyaz yakalılardan daha fazla bilinçli üreticiye ihtiyacımız var. Üniversitelerin bu kadar çok mezun çıkarmasından çok düşünen ve üreten gençlere ihtiyacımız var. Tarım alanında klasik tarım anlayışı devri çoktan bitti. Tarımdan kazandığını tekrar tarıma yatırabilecek üreticilere ihtiyaç var. Devletin gübre, mazot, hayvan teşviğini gidip arabasını yenilemek veya oğluna düğün yapmak için kullanmayacak namuslu üreticiye ihtiyaç var. Sosyal medyadan takip ettiğim çok başarılı genç üreticiler var üstelik hanım kızlarımız bunlar. Sabahın köründe yarı bele kadar hayvan gübresinin içine girip süt sağan, tarlada ekim yapan ve tüm bu üretim sürecinde de yüzlerce istihdam sağlayan genç hanımlar bunlar. Üstelik çoğu üniversite mezunu. Beyaz yakayı tercih etmek yerine baba evine dönüp çizmeyi giymeyi tercih etmiş. Hem oje sürüp hem de süt sağan hanım eller. Bu örnekler çoğalacak eminim bundan.
Kendi markalarımız
Kendi üreten kendine yeten bir milletin sırtı yere gelmez. Bu demek değildir ki dışarıdan teknoloji almayalım, yenilikleri takip etmeyelim. Ama başkalarının teknolojilerine muhtaç kalmayalım. Kendi tohumlarımız varken başkalarının tohumlarını kullanmayalım. Özellikle gençlerin her alanda özellikle de birinci sırada, tarım ikinci sırada, teknolojide bağımsızlığımızı tamamen ortadan kaldıracak ve bilgi ihraç ettiğimiz bir üretime geçmemiz bizi esas bağımsızlığa ulaştıracaktır. Artık savaşlar kara savaşları ile ilerlemiyor. Gelecek yakın zamanda insansız yani robotlarla savaşlar olacak. İnsanlık yapay zekanın işletim sistemi ile insan bilincinin karşı karşıya kaldığı bir devire geçiyor. O yüzden bilincimizi yükseltip yüksek katma değerli üretime geçmek zorundayız. Tarımda ve teknolojide bağımsız olmak bizi zirveye taşıyacaktır. O zaman da boykot edilecek hiçbir ürün olmayacaktır. Markalarımızla da adalet dağıtacağımız bir üretim şekli düşlüyorum vesselam.
KİMLERİN KEYFİ YERİNDE?
Benim değil. Sosyal medyada eğlenceli bir hayatımın olduğunu gösteremiyorum. Çocuklarımla ailemle güzel, neşeli pazar kahvaltısı geçiremiyoruz. AVM’lere gidip gezemiyoruz. Şu kafe bu kafe dolaşamıyorum. Ağzımızın tadı kalmadı. Anlayacağınız keyfim yerinde değil. Alışveriş yapmak. O hiç hayatımda yok artık. Hiçbir şey almak istemiyorum. Siz şerefe kadeh kaldıran keyfi yerinde olanlara soruyorum. Yeterince keyfiniz yerinde mi? Bu keyfi elde etmeyi nasıl başarıyorsunuz merak ediyorum. Çalışın, eğlenin, her şeyi yapın da... Hakkınızdır, kime ne! Ama gözümüze gözümüze de sokmayın. Yoo kıskançlığımdan değil. Sizlerle aynı türden olmaktan, yani insan olmaktan endişeliyim de ondan. Sizin adınıza utanıyorum da ondan. Kan içindeyken kan içer gibi geliyor o kadehlerinizdeki şeyler. Hadi keyfiniz kaçmasın. Gerçi hiçbir şey keyfinizi kaçıramaz artık sizlerin. Sizlere iyi uykular. Bizi uyumayacağız.
İNSANIZ
Susayan olmasaydı suyun kıymeti nasıl anlaşılırdı? Kıymet odur ki arayanların varlığı, aranan şeyi değerli kılar. İnsan olmasaydı ne değerli olurdu ki? İnsanlık değer katar yaratılmış her şeye. İnsan odur ki yaratılanı sever yaratandan ötürü. İnsan yaratılmış her şeyde kendi yansımasını görür. Su dudak mesabesindedir insan için. Gözler gökleri yakın eyler. Eller ağaçlara, doğaya uzanır. İnsan ruhu ise tüm alemi kaplar. İnsan bir nokta ama o noktaya sığan alem, yaratıcının ruhundan ruh üflediği insan. O kadar eşsiz benzersiz. İnsan uzanıp alnından öpse suyun, su titrer, su aziz olur. İnsanın değdiği her şey güzelleşir. İnsanlık ölürse eğer, çürür her değer. İnsanın bastığı her yer güneşe kavuştuğu yerdir. İnsanlık varsa insan var. Yoksa arşa kadar dalgalanır sular. Sular taşarsa insanlık yitirirse değerini ne dünya kalır ne insan. İnsan insanlık diye feryat ederse o zaman kopar kıyamet. Bir insanın ahı suları dalgalandırır. Bir insanın sevgisi suları durultur. Unutmayalım insanız.
KALBİ İLETİŞİM
Çocukların çığlığı toplumların derinlerindeki hakikat dürtüsünü, derin uykusundan uyandırdı. Üstelik bunun dijital mecra üzerinden gerçekleşmiş olması da tam bir mucizedir. Toplumlar ayakta: Boşluklar hakikatin anlamı ile doluyor; insan olarak varlığımızın değerini yeniden keşfediyoruz. Bu ayağa kalkış, birbirimiz için mücadele etme ve insanlığımızı yeniden kazanma direnişidir.
Sevilay Acar
MÜSAADENİZLE ÇOCUKLAR
Geçen ay yazımda da ondan bahsetmiştim, bizim kız henüz 6 yaşında. Her hafta sonu kurs çıkışı, en çok sevdiği meyveli yoğurdu almak için biraz uzak noktada kalan markete doğru yürürdük. İçinden sürpriz karakterler çıkan meyveli yoğurt başka yerde olmadığı için heyecanla, hoplaya zıplaya markete doğru yol alırdık. Gece başlardı düşünü kurmaya...
Ona savaşı, İsrail’in Filistin- Gazze’ye uyguladığı zulmü, çocukların, ailelerin mağduriyetlerini anlayabileceği şekilde anlattım. “Biz de orada yaşayan tüm insanlar ve çocuklar için bir eylem yapıyor, İsrail ürünlerini boykot ediyoruz” dedim. O günden beri meyveli yoğurdu istemiyor ve marketten ne almak isterse önce soruyor; “Bunu da boykot ediyor muyuz?” Başka hiçbir şey anlatmama gerek kalmadı. Çocukların ve ailelerin zor durumda olduğunu bilmesi yetti.
Sosyal medyada paylaşılan diğer çocukların videolarını gördüm. Marketteki ürünler hakkında bilgi alıp, boykot ürünlerini almadıklarına ve bunun için çaba gösterdiklerine şahit oldum.
Aylardır bir çığlık gibi önümüze düşen korku dolu, titreyen, ayakkabıları kana bulanmış çocuk fotoğrafları, videoları ve bölgeden canlı paylaşımlar ile bir vahşeti izliyoruz. Acımasızca gerçekleştirilen bu soykırıma hepimiz şahidiz. Görmezden gelmek imkansız. Annelerin gururlu ve inançlı feryadını, babaların, gençlerin, doktorların imdadını duymadan yürüyebilmek çok zor...
Görmeden, sadece duyduklarıyla acıyı küçücük yüreklerinde hisseden, savaşı anlayan, içinde olmasalar da ne yaşandığını bilen ve en sevdiklerinden vazgeçen çocuklar...
Savaşın vahşetine şahit olan, ölümü bilen, tadan, yaşayan çocukların, bu soykırıma gözlerini, kulaklarını, sözlerini kapatan dünya liderlerine haykırışları; metanetle, mucizevi bir teslimiyetle, insanlığa bilgece seslenişleri hangi kalbi harekete geçirmez ki?..
Özümüz ne çok şey anlatıyor bize... Kimmiş, kimlerdenmiş, inançlı mıymış yoksa inançsız mı, ideolojisi var mıymış, yok muymuş diye araştırmıyor; “canlı mı, insan mı, acı çekiyor mu, adaletsizliğe mi uğramış...” Onlar için bu önemli ve nedensizce ilgileniyorlar. Birilerinin zor durumda olması, bir yerde savaşın doğması sebep olarak yeterli oluyor.
Barışa, birliğe bomba atıp çelme takan, haksızlık eden, kan döken, insanların evini başına yıkan birileri var. Bunu duymaları yetiyor.
Sanki bir yaşam kitabı önümüze açılmış ve açık-seçik her şeyi gösteriyor. “Oku” diyor sanki hayat, oku...
Çocukların yüzlerini, sözlerini, gözlerini, kalplerini oku...
Acılarını, korkularını, kaygılarını oku...
Ve tüm bunlara rağmen vakur duruşlarını ve boyun eğmeden, büyük bir inançla dünyadaki herkese seslenişlerini, oku...
İnsanın yarasını sarmak, yanında olduğunu hissettirmek, savaşa dur demek için bir çırpıda en sevdiklerinden vazgeçen ve zor durumda kalan insanlığın çarığını giyip yürümeyi deneyen çocukların merhametli duruşlarını oku...
Barış Manço’nun “Adam Olacak Çocuk” programlarıyla, sevgiyi, adaleti, bilgeliği imgeleyen şarkılarıyla büyüdük birçoğumuz. Bugün yaşasaydı tanıklık edecekti, insanlığın tarihi çocuklar tarafından yazılıyor gezegenimizde. İsminin anlamından mı, bilge ruhunun kılavuzluğundan mı, çocuk yanıma sevgiyle, hak ile dokunuşundan mı, bilmiyorum, Barış Manço var şu günlerde hep aklımda. Çocukları önemsemesinin altında yatan derin bakışını düşünüyorum bugünlerde. Bir de neden özellikle çocukların hedef alındığını düşündüğüm o sırada karşılaştığım Sezai Karakoç sözlerini:
“Bir Musa doğmasın diye, doğan binlerce çocuk öldürülür. Fakat ölen çocuklarının kanında Musa bilincinin çiçeği açar. Zulüm denizinde boğulan bir halka, suda boğulmayan bir çocuk yol gösterir, suları yarıp geçme yolunu…”
Dünyanın dört bir yanında ve elbette Türkiye’ de yaşayan birçok insanın yerinde duramayıp sokaklara dökülüşünü, savaşı durdurmak için kalemini, sayfasını, bloğunu, yardımını, elinden ne geliyorsa onu kullanıyor oluşunu duygulanarak izliyorum. Ancak en çok çocukların mesajı içimde yankılanıyor, bambaşka bir hâle sokuyor içimdeki şehirleri, caddeleri. Mucizevi buluyorum onların dayanışmasını, sabrını, teslimiyet hallerini ve anlayışlarını. Hani o ayaklarına bir kıymık batsa, istedikleri bir şey alınmasa ortalığı ayağa kaldıran çocuklar var ya, işte o çocuklar, yeri geldiğinde savaşı ortadan kaldırmak, zalime dur demek için bugün kıyamda. Görmediğimiz yerden göstermek için hakikati, adeta, bizim yerimize adam olmakta!
Bugünlerde içimde sık sık yankılanan bir şarkı var. Barış Manço söylüyor: Müsaadenizle Çocuklar. Ve aklım hep o şarkının sözlerinde:
“Büyükler kös kös otururken, adam oluvermiş çocuklar.”
Onlar elinden geleni yaptılar, yapıyorlar. İnsan insanın ailesi ve bu gezegen bizim evimizse eğer, şimdi cesaretleri ve merhametleriyle bize çıkış yolu açan o çocuklara bu gezegende güvende olduklarını ve her zaman yanlarında olacak aile üyelerinin olduğunu hissettirme zamanı. Zulmün karşısında omuz omuza durma, barışın öncülüğünü aynı bilgelikle sürdürmeye devam etme, suları yarıp geçme zamanı.
“Şimdi,
müsaadenizle çocuklar,
sıra bize geldi çocuklar.
İş başa düştü çocuklar”
ARTI
İnternet fenomenliğinin sonu
Bir ara gençlere ileride ne olmak istediği sorulduğunda, cevap internet fenomeni oluyordu. Ne idüğü belirsiz olan bu alanda top koşturanların son zamanlarda İç İşleri Bakanlığı’nın operasyonları ile gün yüzüne çıkıyor. Adına influencer dedikleri bu insanların en başta kara para aklama işinde oldukları net bir şekilde ortaya çıktı. Toptancı bir mantıkla herkesi yaftalayamayız. Ancak bir anda zengin olup, güzellik merkezleri açan bir ara internette iki makyaj malzemesi anlatanların bu konuma gelmesi de normal karşılanmayacaktı elbette. Artık gençlerin influencer olma merakında büyük bir azalma olmuştur. Emeksiz kazanılan paraların nereden geldiği ortaya çıkınca en azından bunlara devletin de pabuç bırakmayacağı gün gibi ortada artık. Devletin bu adımları gençlere nereye adım atmaları konusunda yeterince yol gösterici oluyor. Devamını bekliyoruz.
EKSİ
Market terörüne devam
Utanmadan sıkılmadan bugün o üç harfli marketlerden biri, visa ile alışveriş yapılan bir karta yüzde 3 indirim etiketleri ekliyordu. Bunlar Siyonist değil de ne? Pandemiden beri nuh dediler ama peygamber demediler. Piyasayı sürekli enflasyonist bir seviyeye getirdiler. İsrail ürünleri bir anda yüzde 50’lere varan indirim yapabiliyorken o zaman neden yapmadılar? Bunlara nasıl çare bulunacak? Bakanlık usulsüzlük cezaları kestikçe vatandaştan acısı çıkıyor. Bunları topyekun boykot etmek lazım ve de eski ahilik geleneğindeki gibi meslekten tamamen men etmek gerekiyor. Başka çaresi yok.
YENİ MÜSLÜMAN OLANLARA SAHİP ÇIKMAK
Son dönemde sosyal medyada Müslümanlığa geçen veya dinsizken Müslüman olmaya can atan birçok batılıların videolarını izliyoruz. Hatta göz yaşları içinde Kur’an-ı Kerim soran, yardım isteyen genç batılılar bunlar. Benim merakım ve sorum Diyanet İşleri Başkanlığı’na. Acaba bu insanları doğru yönlendirmek için ne gibi faaliyetler yürütülüyor? Bu konuda bizim Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri olarak temsilciliklerimizle birlikte yürüttüğümüz stratejilerimiz nasıl? Çünkü bu insanların vahabilerin eline düşmesinden endişe ederim. Türk Müslümanlığı tezinden hareketle bu yeni taze Müslüman adaylara sahip çıkılmalı. Hiç kimse bana ırkçılık adı altına Türk Müslümanlığı da neyin nesi demesin. Arapları gördük. Filistin bombalanırken onlar kıvırıyordu. Müslümanlığın kültürel boyutu da vardır. Bu ülkelere göre değişir. Bu konu öyle geçiştirilecek bir konu değil. Sonra radikal grupların. Kutuplaşmaların odağında kalıyor bu insanlar. Diyanet işlerine ciddi görevler düşüyor. Bunu bir devlet politikası olarak görmeli ve şu an bir politikalarının olduğunu düşünmek istiyorum.