Bu tartışmayı kime sorayım diye düşündüm.
Güzel memleketimin siyaset sahnesi her geçen gün trajediden komediye bin türlü oyunun sahnelendiği bir halk tiyatrosuna benzemektedir. Geçen hafta da, konusu adalet ve güvenlik çelişkisine dayanan bir piyes izledik. Hükümet AYM’nin aldığı kararları kendince devletin güvenliğine uygun görmediği için eleştiriyordu. Sayın Bahçeli de buradan kendine vazife çıkarıp AYM’yi yeniden düzenleyelim dedi. Sonra CHP milletvekili ve gazeteci Enis Berberoğlu hakkında AYM’nin verdiği kararı alt mahkeme uygulamadı ve kendi kararında direndi. Bu olaylar daha soğumadan AYM’nin işgüzar bir üyesi, bazılarınca muhtırayı ima edercesine yazıldığı düşünülen, bir mesaj paylaştı. Türk siyasetinin mümtaz şahsiyetleri buna sert tepki gösterirken Sayın İçişleri Bakanı “Bakanlığın ışıklarının her daim açık” olduğu yolunda bir mesajla işgüzar üyeye haddini bildirdi. Yüce mahkemenin bu üyesi bin bir defa kamuoyundan özür diledi. Türk medyasının çoğunluğundaki mevkutelerde de, üyenin bu densizliği kınandı, darbeciler telin edildi ve piyes de sona erdi.
Bu tartışmayı kime sorayım diye düşündüm. Üniversitede hukukçu arkadaşlarıma sorarsam bir sonuca ulaşamayacağımı gördüm. Çünkü ya iktidara destek veren bir görüş duyacaktım, ya da muhalefete destek veren. Her iki durumda da, işittiğim yorum günün siyasi tercihlerinden etkilenen bir yorum olacaktı. O kadarını haber kanallarında artık milletin gına getirdiği tartışma programlarında duyabilir ya da yukarıda bahsettiğim mevkutelerde okuyabilirdim. Bana zaman ve mekân olarak güzel memleketimin siyasi ortamından bağımsız bir isim lazımdı. Aynı zamanda İslam dinini en güzel şekilde temsil ettiğini iddia eden ve Müslümanlığı ile iftihar eden devlet büyüklerimizin de saygıyla görüşlerini kabul edebileceği birisi… Acaba bu kim olabilirdi? Düşündüm, taşındım ve sonunda buldum: İmam-ı Âzam Ebû Hanife…
“Hocam, ne alâka? Hukuk problemini din adamına mı sordunuz?” sorusuna hemen cevabı yapıştırayım: Ebû Hanife hem muamelâta dair meselelerde hem de inanca dair konularda en büyük otoritelerdendir. İsmini alan Hanefî mezhebi de, sadece ibadetler ve emir-yasaklarla ilgili hükümleri değil ama esas olarak medenî hukuk, ceza hukuku, borçlar hukuku ve devletler hukuku ile ilgili konularda hükümleri içerir. Daha basitçe ifade etmek gerekirse, bizim muamelâta dair olarak hükümlerine baktığımız mezhep içtihatlarıyla ilgili 500 sayfalık bir kitabın ilk 100 sayfası abdeste, namaza, oruca, haram ve helâllere ayrılırken, 400 sayfası devlet ve toplumu idare edecek kurallara ayrılır. İsteyen istediği kitaba baksın, görecektir ki dediğim gibidir. Bu manada, İmâm-ı Âzam ilk amelî ve itikâdi mezhep imamı olmakla birlikte, daha da önemlisi İslam tarihindeki ilk hukukçu ve anayasacıdır. Bu yüzden kütüphanemde bulunan İmâm-ı Âzam’ın Şâmil yayınlarından çıkmış el-İhtiyâr adlı eserini açtım. Yanına yine kütüphanemden İnsan yayınlarından çıkmış iki ciltlik İslâm Düşüncesi Tarihi adlı eserin ilk cildini de koydum. Kafamdaki sorulara yanıtları da bulduğumu düşünüyorum. Bugün sizlerle bu yanıtları paylaşacağım. Tekrar söylemem gerekir ki, bu cevaplar benim değil fakat İmâm-ı Âzam’ın cevaplarıdır. Baştan belirteyim, İmâm-ı Âzam’ın görüşleri bugünkü radikal liberallere, yer yer de anarşizme yakınlaşmaktadır.
KUVVETLER AYRILIĞI
İmâm-ı Âzam’a ilk sorum kuvvetler ayrılığı hakkında ne düşündüğü idi. Ona göre kuvvetler ayrılığı adaletin tesisi için mutlak zorunlu olan bir olguydu. Ancak kuvvetler ayrılığını en çok yargının yürütmeden ayrılması olarak görüyordu. Malûm yaşadığı devirde bugünkü şartlarda bir demokrasi olma ihtimali zordu. Bu yüzden genelde hâkim ve zorba hükümdarların yasama, yürütme ve yargıyı tek ellerinde topladığı keyfi idareler vardı. Bu ortamda zorba tek adam rejimleri olan Emevi ve Abbasi Meliklerinin yüzüne görüşlerini açıklarken, her şeyden önce yargının yürütmeden bağımsız olması gerektiğini savundu. Çünkü iktidardakilerin yaptıkları yanlışların durdurulması, gerektiğinde iktidardaki devlet adamlarının yargılanması için mahkemelerin iktidardan bağımsız olması gerektiğini savunuyordu. Kendisine Başkadılık teklif eden Abbasi Halifesi Ebû Cafer Mansûr’un teklifini reddederken bir zalimin fermanlarını onaylayamayacağını adamın yüzüne söylemişti. Kısaca, bugüne gelecek olursak, Hükümet’in Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarını beğenmeyince mahkemenin yapısını değiştirmeye çalışması kabul edilemez bir olgudur. Anayasa Mahkemesi, eğer her daim Hükümetin istediği kararları verecekse, o zaman Anayasa Mahkemesi olmaktan çıkar, Ebû Hanife’ye göre.
FİKİR VE ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ
İmâm-ı Âzam’a ikinci sorum fikir özgürlüğü hakkında idi: Bir ülkenin vatandaşları hükümeti serbestçe eleştirebilir mi? Eğer eleştirirse bu milli güvenlik sorunu olur mu? Bir vatandaş hükümete hakaret edebilir mi? İmâm-ı Âzam’a göre hükümetler hem Allah’a hem de millete karşı sorumludur. Gerçek hâkimiyet de Allah’ındır, bu ise pratikte, halkın egemenliği olarak yorumlanır. Vatandaşların hükümeti eleştirmesine izin verilmeli mi sorusu şöyle dursun, vatandaşların hükümetin hatalarını eleştirmesi dini bir zorunluluktur; çünkü Allah, Kur’an’da birçok yerde “emr-i bil maruf nehy-i ani’l münkeri / iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmayı” her mü’min için farz kılmıştır. Eğer bir güvenlik sorunu varsa, İmâm’a göre, o da fikir özgürlüğünün olmadığı durumda ortaya çıkar. Eğer hükümet kendi hatalarının söylenmesini engelleyip, eleştirenleri bir milli güvenlik sorunu ilan ederse bu hükümetin hatalarını görememesine, sahip olduğu güçle Allah’ın razı gelmediği münker / kötü işleri yapmasına yol açar. Bu da halkın refahını ve huzurunu bozar. Hükümetler her türlü eleştiriye tahammül etmelidir. Pekiyi kişisel hakaret olursa ne olmalıdır? İmâm-ı Âzam bugün bizim anlayışımıza ters gelecek bir görüşü savunur. Sünnî ulemadan İbn-i Abdülberr’in el-İntika adlı eserinin 152-153’üncü sayfalarında Ebû Hanife’nin vatandaşlardan birisinin hükümdara hakaret etmesini bile fikir özgürlüğü sınırları içine aldığından bahsedilir ve Hz Ali’ye dair bir rivayeti örnek gösterdiği söylenir. Rivayete göre Kûfe sokaklarında beş Muaviye yanlısı serseri yüksek sesle Halife Ali’ye küfredip onu öldürmekle tehdit etmişler. Tutuklanıp huzura getirildiklerinde Hz. Ali onların serbest bırakılmalarını emreder. “Ama bunlar seni öldürmeye niyet ettiler” denilince cevap olarak Hz. Ali şöyle buyurur: “Beni öldürme niyetlerini açıkladıkları için mi onları öldüreceğiz?” Bu kez “Ama sana küfür de ettiler” denilince Hz. Ali şöyle cevap verir: “Hoşunuza gidiyorsa siz de onlara küfredebilirsiniz.”
BİZ NE ANLAMALIYIZ?
İmâm-ı Âzam’ın yaşadığı çağ Emevi ve Abbasi zorbalarının keyfî ve zalim idarelerinin olduğu bir çağdı. O, bu hukuksuz düzenlere karşı İslâm’ın emir ve çerçeveleri içerisinde bir hukuk sistemi oluşturmaya çalıştı. Hükümetin seçimle iş başına gelmesini, yargının ve yasamanın hükümetten bağımsız olmasını, hükümete ve devlete karşı eleştiriler için tam bir ifade özgürlüğünü savundu. Bunu da Avrupa Birliği müktesebatının bilmem kaçıncı maddesine göre değil, Kur’an, Sünnet ve Sahabe icmâsına dayanarak savundu. Bugün Türkiye kuralları olan laik ve demokratik bir devlettir. Ülkeye zalimler değil milletin seçtiği meşru yöneticiler hükmetmektedir. Ama yazının başında değindiğim siyasi Karagöz-Hacivat oyunları bir demokrasiye yakışmamaktadır. Düşünürsek asırlar önce Emevî ve Abbasi zorbalarına karşı İmâm-ı Âzam’ın savunduğu bugünkü demokrasilerden de daha geniş özgürlüklerin olduğu bir devletti. Bugün halkımız o zamankine göre çok daha gelişmiş bir demokrasi algısına sahiptir. Bu yüzden, biraz İmâm-ı Âzam’a (ve Hz. Ali’ye) saygımız varsa eleştirilere karşı tahammülkâr olmalıyız. Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeyi düşünmeyip, onun hükümlerinin uygulanmasını sağlamalıyız. Bunları basit siyaset tartışmalarına da malzeme yapmamalıyız.
Pazartesi İmâm-ı Âzam’ın öğrencisi ve İslam’ın ilk anayasası olan Kitab-ül Harac’ın yazarı, büyük Hanefi fakihi İmâm-ı Ebû Yusuf’un görüşlerine başvuracağız. Onun görüşleri Hocasından daha orta yolcudur.
Hayırlı Cumalar.