Delilik bu ya, bayram tatilinde İstanbul'u yapayalnız görünce oradan, buradan şöyle yüksek yerlerden bir bakayım dedim, yalnızlık İstanbul'un görüntüsüne yansımış mı?
İstanbul artık değişen yüzünden dolayı o kadar hüzünlü ki son zamanlardaki değişimler pek umurunda değil gibi. İstanbul’u; denir ya; “ben onu taa küçüklüğünden tanırım” cümlesi, neredeyse hatırlattı, yaşattı. Az önce yazdığım sözcük belki biraz abartı ama, 1957’den beri İstanbul’da yaşayan biri olarak pek de abartılı bir benzetme olmaz.
Her semtinin bambaşka özelliği olan o İstanbul’u 60’lı yılların sonuna kadar doyasıya yaşamış bir İstanbul tutkunuyum. 50’li ve 60’lı yıllar İstanbul’u, fazla zedelenmeden, tarihi dokusuna, yöresel özelliklerine fazlaca dokunulmadan modernleşmeye ayak uyduran, dünyanın tarihi zenginlilkerine ev sahipliği yapan bir metropoldü.
Her ilçesi, her mahallesi, Altın Boynuz Haliç’i, muhteşem Boğaz’ı, Florya’dan başlayarak, Kumburgaz, Tarabya, Salacak, İdealtepe, Caddebostan ve Süreyyapaşa plajları ile apayrı bir kültürü, sosyal yaşamı ve geleneksel özelliklerini yansıtan bir başka efsaneydi güzelim İstanbul. Belki bugünkünün üçte biri kadar bir nüfusu vardı ama hangi bölgesine giderseniz gidin o muhteşem İstanbul konukseverliğinin sizi kucakladığını hissederdiniz.
‘70’li ve ‘80’li yıllar; İstanbul’da değşimin yoğunlaştığı, merkez etrafında yeni yerleşim yerlerinin yavaş yavaş oluşmaya başladığı ve ‘90’lı yıllarda giderek hızlanan göç başlangıcının izlerini hissettirmeye başladığı dönemlerdir.
‘70’li yıllar, İstanbul’un, kültür ve sosyal yaşamını konuklarına en yoğun şekilde sunabildiği yıllardır. Kültür varlıkları restore edilmeye başlanmış, gelen turistlerin keyfini çıkarabildiği bir İstanbul’dur.
‘90’lı yıllar ve sonrasında hızla yoğunlaşan yeni yeleşim yerleri, hızla artan nüfus. İstanbul için felaketin habercisi gibiydi. Yeni yerleşim yerleri yapılaşma demekti. Önce gecekondular beton binaların olduğu yerleşim yerlerine dönüştü. Kontrolsuz bir yapılaşma. ‘99 Körfez Depremi bu kontrolsüzlüğün nerelere vardığını gösteren en ibret verici bir göstergeydi. Depremden ders aldık mı? Önceleri sıcağı sıcağına aldık gibi göründü ama; geleceği söylenen İstanbul depremi için toplanma alanı olarak yasayla belirlenmiş yeşil alanların neredeyse üçte ikisini imara açtık. Üstüne üstlük; dereleri ile ünlü İstanbul’un bir ikisi hariç hemen hemen hepsini imara açtık ve yapılaşmaya teslim ettik. Ve bugüne geldik. Hala daha var olan boşluk arazileri imara açarak istanbul’un yeşil alanlarını tüketiyoruz.
Bilinirdi ki, o yeşil alanlar İstanbul’un akciğerleriydi. İklimini düzenleyendi. Yok olunca İstanbul’un iklimi de değişmeye başladı. İstanbul artık; göğe doğru çoklu katlarıyla yükselen plazalar, gökdelenler, boş alanlara yerleştrilen AVM’leriyle, o meşhur tepelerinden baktığınızda bir beton yığınına dönüşen görüntüsüyle “ahh İstanbul’um” hayıflanmasının çok daha ötesinde zor durumda. Cumhurbaşkanımızın söylediği gibi “İstanbul’a ihanet edilmiş”.
Bayramda fırsat bulup, o meşhur bir kaç tepesinden İstanbul’a baktım, baktım. Gördüm ki; İstanbul, geçip giden o muhteşem geçmişine özlem duyduğunu haykırıyor. İstanbul’un hemen hemen her bölgesinden göğe doğru yükselen sayısız gökdelenleri, plazalarıyla, o özellikli görüntüsünü neredeyse kaybetmek üzere. Gece ışıklandırılınca çok güzel ama. gündüz ki görüntüsü hiç de güzel değil.
Bir başka önemli sorun ise; İstanbul’un bazı bölgelerindeki o tarihi alanlarında yapılan sıra sıra ve hala tamamlanamayan ve birer hayalet şehir görüntüsünü hissettiren beton yığını çok katlı binaların yarattığı soğuk görüntü.
Zeytinburnu eski tank fabrikasının olduğu alan, Yenimahalle Sümerbank alanı ve Ataköy C Motellerinin olduğu sahil yolundan geçerken bu hayalet şehir görüntüsü içimi acıtıyor.
İstanbul’un bir çok yerinde adına Kentsel Dönüşüm denilen bir çok inşaat var ve gerek yıkım sırasında ve gerekse inşaatı süresince pek de kontrol edildiği, söylenemez.