Aslında Batı merkezlerinin yapmaya çalıştığı her zaman kırılgan olan ama şu anda AB'nin karşı karşıya kaldığı meydan okumalar düşünülürse güvenlik açısından bir nevi bağımlı olduğu AB-NATO işbirliğinin, ortaklığının ve paylaşılan siyasi duruşun altını çizmek
10 Ocak’ta AB Komisyon ve Konsey Başkanları NATO Genel Sekreteri ile üçüncü AB-NATO Ortak Deklarasyonuna imza attılar. Aslında Batı merkezlerinin yapmaya çalıştığı her zaman kırılgan olan ama şu anda AB’nin karşı karşıya kaldığı meydan okumalar düşünülürse güvenlik açısından bir nevi bağımlı olduğu AB-NATO işbirliğinin, ortaklığının ve paylaşılan siyasi duruşun altını çizmek. Hala AB içinde AB stratejik özerkliğini düşleyenler olduğu için (bu sevda hiç bitmez diyelim) Stoltenberg, imza sonrası Brüksel’de düzenlenen ortak basın toplantısında daha donanımlı Avrupa savunma duruşunun NATO için ne kadar büyük bir kazanım olacağından da bahsetti. Tabi Avrupa savunma kabiliyetlerinin NATO’yu tamamlayan, onunla rekabet etmeyen ve NATO ile beraber çalışır olması gerektiğinden kimse şüphe duymuyor. Dolayısıyla, Brüksel sadece “kısa günün karı” ile ve bir nevi NATO’nun yükünü paylaşan paydaş görüntüsü ile yetinmek zorunda. Kimsenin bu görüntüye şaşırdığını da sanmıyoruz, sonuçta geçen sene açıklanan ve 2016’dan yani AB’ni Küresel Stratejisi’nin ilanından itibaren Brüksel’in manalı bir güvenlik ve dış politika geliştirmek için sürdürdüğü tüm çabaların zirve noktası olacağı hayal edilen AB Stratejik Pusulası da uzun uzun NATO ve NATO üyesi olup AB üyesi olmayan ülkelerle ortaklığın nasıl gerçekleşeceği üzerinde durmuştu. O dönem de belirtmiştik, Brüksel, Stratejik Pusulası’nda hem hayallerini hem de gerçeklerini metne dökmeyi başarmıştı ama tabi gerçeklerinin de ne olduğunun gayet farkındaydı.
AB, Rusya konusunda Washington’un peşinde
AB-NATO Ortak Deklarasyonunda, Brüksel’in NATO ile işbirliğini güçlendirmek zorunluluğu karşısında fazla gerçekçi bir tutum takındığı bile söylenebilir. Hepimiz farkındayız ki AB, zarla zorla ve AB Bürokrasisinin ittirmesiyle, Rusya’ya karşı ortak bir tutum takınmayı, 9 yaptırım paketi açıklamayı ve Rusya’dan aldığı fosil yakıtların hacmini düşürmeyi başardı. Bu Brüksel adına oldukça pahalı bir başarı. Sonuçta birbirinden farklı endişelere ve Moskova ile farklı derinlikte ilişkilere sahip ülkeleri ortak bir Rusya politikasında birleştirmek, üstelik savunma kabiliyetiniz Birlik çerçevesinde hedeflerin çok uzağındayken birleştirmek çok kolay değil. Bu yüzden elbette AB Bürokrasisi ortaya çıkan boşlukları kafasına göre doldurmak zorunda kaldı. Rusya’nın Ukrayna Savaşı’nın başlangıcında Ukrayna’nın varlığını (-bu arada uluslararası hukuken varlığını da-) reddeden bir büyük güç hoyratlığı ile hareket etmesi, AB normları, evrensel normlar, uluslararası düzenin normları- artık adına ne dersek diyelim- AB Bürokrasisinin işini kolaylaştırdı. Daha sonra Kremlin, Savaşı meşrulaştırırken kullandığı söylemi savunmacı bir tona doğru kaydırdı ama Moskova, Avrupa’daki dostlarını uyarırken kullanageldiği hoyrat tonu değiştirmedi. Hala propaganda filmleri Avrupa’yı ortaçağa döndüren fanteziler üzerine kurulu: Avrupalılar karanlığa gömülüyor, donuyor, mağara adamları gibi ateş yakıp avlanıyorlar filan. Bu nobranlık karşısında Avrupa içerisinde Liberal Dünya Düzenine yönelik eleştiriler, yabancı düşmanlığı, nostalji kültürü ve ailenin ya da geleneksel toplumsal rollerin korunması gibi sınırlı bir muhafazakarlığa saplandı, Ukrayna Savaşı ya da savaşın taraflarıyla ilgili Washington’dan bağımsız bir duruş gerçekleştirmek mümkün olmadı. Ayrıca, Rus propagandasının hatırlattığı gerçek riskler (Avrupa kritik alt yapısının felce uğraması, radikalleşme, kitle imha silahları üzerinden tedirginliğin ve kaosun manipüle edilebilmesi) Avrupa için gerçek sorunları da işaret ediyor. AB Bürokrasisinin AB stratejik kimliğinin özelliğini -özerklik demeye dilimiz varmıyor- överken NATO yörüngesinde dört dönmesi de bundan.
Çin meselesi
Sonuç, Avrupalılar için mükemmel olmayacak tabi. İronik bir biçimde 10 Ocak Basın Toplantısında Batılı liderler kritik altyapının korunmasından dem vurdular ve Kuzey Akım II’ye yönelik saldırıların Avrupa için bir alarm, bir uyarı niteliğinde olduğunu anlatmaya çalıştılar. Biliyoruz ki bu saldırılar hala gizemini koruyor, Washington, Moskova, Londra, Kiev, herkes müsebbip olarak birbirini gösteriyor. Tabi bu tür sisli ortamlarda gerçeklikten ziyade gerçekmiş gibi görünen ve güvenliği belirli tehlikelere karşı inşa eden hikayelerle ilgileniyor insanlar. Bu yüzden AB’nin NATO’dan farklılaşan bir bakışını, duruşunu yakalamak için neredeyse bir kakofoni haline dönen ve sonunda da yanlış jeopolitik okumalar yapan AB parlamentosuna bakmak gerekiyor ki hiç bakmayalım daha iyi. Mesele sadece Rusya ile sınırlı değil. Elbette Avrupalıların bir jeopolitik alan paylaştıkları Rusya karşısında -olumlu ya da olumsuz- Washington’dan bağımsız bir duruşları olmalıydı. Ama sonuçta tehditkâr bir Rusya ile karşı karşıya olunduğundan NATO ile ortak bir Rusya politikası geliştirmek kimseyi çok çok rahatsız etmeyecektir. Gel görelim söz konusu deklarasyonun 5. Maddesi Çin’in güçlenen iddialı politikalarının bir meydan okuma olduğunu söylerken NATO’nun Stratejik Kavram belgesini adeta tekrarlıyor. Avrupalılar, uzun bir süredir ABD’den gelen Çin’in tehditkâr bir aktör olarak ilan edilmesi yolundaki baskılara direniyorlardı. Sonuçta Avrupa liberal düzeninin ekonomik ayağı Çin ile işbirliğine girişmekten son derece memnun. Beijing’in Avrupa yakın ve uzak çevresinde (Afrika’da, Körfez’de, Orta Asya ve Hazar coğrafyasında) bir rakip olarak ortaya çıkması rahatsızlık verici ama kimse Çin’in Avrupa’da bir yerleri işgal etmesini beklemiyor. Dolayısıyla Avrupalılar mümkünse Rusya ve Çin’in meydan okumalarını birbirinden ayırmaya ve yine mümkünse Çin’i liberal düzene çapalı tutmaya istekliler. Borell ve AB Bürokrasisi ucuz Çin iş gücünün Avrupa’ya sağladığı imkanın ortadan kalktığını düşünüyorlardı ama Avrupa’da hala Çin ile aynı masaya oturmaktan memnuniyet duyan orta ve merkezi Avrupa ülkeleri var. Bu noktada, AB-NATO Deklarasyonunun NATO ağzı ile konuşması Avrupalılara hareket serbestliğinin azaldığı mesajını veriyor.
İsveç ve Finlandiya’nın olası NATO üyeliği
Avrupa’nın hareket serbestliğinin azaldığı bir başka mesele Türkiye ile olan mesele. AB liderleri, 10 Ocak’ta Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğinin hem Avrupa savunması hem NATO için önemini bir kere daha teyit ettiler. NATO çerçevesinde bir Kuzey Avrupa cephesi oluşturmak Baltıkların ve Norveç’in güvenliğini tam manasıyla ve daha az maliyetle – bu arada maliyeti Rusya için artırarak- sağlamak adına çok önemli. İşin Arktik ve Kuzey Denizi boyutu da var ki Batı-Rusya dengesinde Rusya’nın bugüne kadar stratejik olarak kapatageldiği sahalar üzerinde baskıyı bu tür bir NATO’nun Kuzey Avrupa hattı kurulursa artıracak. Von der Leyen’in ifade ettiği gibi Helsinki ve Stokholm’un olası üyelikleri hem sembolik hem de Avrupa savunması adına ehemmiyet sahibi. Bir kere bu üyeliklerle NATO, AB’nin tamamını savunma şemsiyesi altına almış olacak. Yani artık Avrupalılar sonsuza kadar AB stratejik özerkliğini, özelliğini, üstünlüğünü, normunu tartışabilme ama kendilerini de güvenli hissetme lüksüne sahip olacaklar. İkinci olarak Rus saldırganlığının Avrupa tarafsızlığını (Kuzey Avrupa’nın özel kimliğini) değiştirmeye zorladığı iddia edip Washington’un yörüngesi kadar AB devletlerinin güvenlikleştirdikleri söylemlerini de haklı çıkaracaklar. Avrupa açısından sorun burada, Ankara’nın da Avrupa’nın arzu ettiği varoluşsal güvenlik talebini seslendirmesinden çıkıyor. NATO, egemenliğin aşılmadığı bir güvenlik topluluğu olduğundan yani Türkiye’nin veto gücü ve bu gücü kullanabilme özerkliği olduğundan bu sefer Türkiye’nin güvenlik talebini ikincil, AB’nin, Finlandiya ve İsveç’in güvenlik talebini birincil önemde görme şansı Batılı merkezler için söz konusu değil. Zaten bu nedenle hem 10 Ocak Deklarasyonu’nda terörle mücadeleye atıf var, hem de Stontelberg andığımız basın toplantısında Türkiye’nin terörle mücadelesinin haklılığından ve Türkiye-İsveç, Türkiye-Finlandiya görüşmelerinin NATO çerçevesinde yapılan mutabakata uygun ve iyi gittiğinden dem vurdu.
İsveçli krizler
Eğer durum buysa geçtiğimiz hafta İsveç odaklı iki krizi neden yaşadık. Hatırlanacaktır önce İsveç’teki yeni hükümet, Türkiye’nin terörle mücadele konusunda bazı taleplerini (-ki üçlü mutabakatta İsveç’in de altına imza attığı taleplerin dışında ek bir talebi Ankara’nın yok-) yerine getirmesinin zor olduğunu ifade etti, müteakiben yanlış anlaşılma olduğu ve müzakerelerin “çok iyi” gittiği söylendi. Sonra İsveç’te PKK ve PKK yanlılarının Türkiye’nin egemenliğini, Cumhurbaşkanının şahsı üzerinden hiçe sayma girişimine müsaade edildi, müteakiben İsveç Hükümeti PKK’nın İsveç-Türkiye ilişkilerini yani İsveç’in güvenlik ve dış politikasını sabote ettiği açıklaması geldi. Meselenin Paris gösterileri çerçevesinde de yazdığımız vekil aktörün patronuna sopa göstermesi tarafı var. PKK ve PKK’nın Ankara’yı temsil etme biçiminin İsveç kamuoyunda duyulmasına izin verilmesi dün olduğu gibi bugün de İsveç için bir güvenlik sorunu. Eğer İsveç’in NATO üyeliği İsveç’in güvenliği için kamuoyu tarafından bir zorunluluk olarak görülüyorsa o zaman İsveç için sorun çok daha büyük. Vekil olarak araçsallaştırılan aktörün dişleri doğrudan İsveç’in egemenliğine geçiyor demektir. Ayrıca İsveç stratejik kültürünün diğer Kuzey ülkeleriyle benzeştiği ve farklı olduğu yerler var. Tarafsızlık ve kuzey normları (çatışma çözümü, demokratikleşme, sosyal eşitlik, özgürleşme projeleri vb) konusunda Kuzey Avrupa bir benzerlik çiziyor, farklılık şurada: İsveç kendini asla küçük bir kuzey ülkesi olarak sınıflandırmıyor. Aynaya baktığında İskandinavya’nın ABD’sini görüyor. O nedenle de stratejik kültüründe kibirli bir ton da var (ünlü İsveç ruhu) ve esnekliği- özellikle vekillerine gösterdiği cömertlik söz konusu olduğunda- kısıtlı. Ama İsveç’e gidip gelen, İsveçlilerle konuşma şansı olanlar bilirler ki son 20 yılda İsveç ruhu kapitalist liberalizme yer açmak için yeterince iğdiş edildi. Bu nedenle İsveç’in “çıkarlar” söz konusu olduğunda ruh-muh tanımadığını, rasyonel olabildiğini de biliyoruz. Ankara bu rasyonel olma halini talep ediyor Stokholm’dan. Bu gerçekleşmediği takdirde İsveç, NATO’ya üye olamayacak. Stokholm’un çıkartacağı kıssadan hisse budur.