​PARAYI YİYEMEZSİNİZ

Alican DEĞER 24 Ağu 2017

Alican DEĞER
Tüm Yazıları
Türkiye'yi bekleyen en büyük tehlike ekonominin finansallaşması.

Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike ekonominin finansallaşması. Yani üretime değil finans araçlarına, başta da bankalara dayanması.

Para tek başına bir işe yaramaz. Yani onu yiyince karnınız doymaz. Üstünüze ise hiç giyemezsiniz. Dediğim gibi bir araçtır. Bir şeylerin üretilmesine yardım eder.

Türkiye’de maalesef bankaların kârı yüzde 40 olup sanayi şirketleri onların anca 10’da biri kar yapabiliyorsa, borsada en çok yükselen bankalar oluyorsa, tehlike çanları çalıyor demektir. Bunun farkına varan Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan sürekli uyarıyor. Ama şimdilik dinleyen yokmuş gibi görünüyor.

Dediğim gibi finanslaşan bir ekonomi para üzerine dönüyor demektir. Ve son tahlilde bir şey üretemiyordur. Hadi gelin şöyle düşünelim. Bir müteahhit bina yapmak için bankadan kredi alıyor. Ev almak isteyenler de aynı bankadan başka bir kredi alıyor. Bankanın kredisi ile aslında bankaya tedbirli olan ev alınıyor. Ve iki tarafta bankaya anormal faiz ödediği için bankaların karı yüzde 40’ı aşıyor. Müteahhit kendi üretiminden bankaya yüklü bir pay veriyor, vatandaş zaten 10 yıl boyunca ödemekten canı çıkacağı bir kredinin altına imza atıyor.

Aynı şeyi bir çorap fabrikası için de düşünebiliriz, bir fırın için de. Sonuç hep aynı.

Zaten tüm dünyada yapılmak istenen de bu. Bir yandan ülke içindeki emekçiler, başka bir ülkede yaşayan ve çok daha azı ile yetinen emekçilerle mücadele ettiriliyorlar. Bu mücadele sadece çalışanların değil patronlar için de aynı. Bir ülkenin işvereni, başka bir ülkenin işvereniyle kapışıyor. Hadi “Ticaretin kuralı bu dediniz.” Eyvallah. 

Bu sistem uygulanırken, sermayenin yani paranın hiçbir sınıra takılmadan saniye içinde ülke değiştirebilmesine imkân tanınıyor. Bir tuşa basıyorsunuz, paranız hoop New York’ta, hoop Pekin’de. Para istediği gibi dolaşıyor.

Mallar için de durum aynı. Belli rejimleri olsa da tüketim malzemeleri serbestçe sınırlar aşabiliyor. Yani anlayacağınız sermaye ve mal sınır aşmakta hiçbir zorluk çekmiyor.

Ancak iş insana, işçiye geldiğinde durum hiç de aynı değil. Bir yerde az kazanan bir işçi, başka bir yere gitmek istediğinde karşısına sınırlar, polisler, askerler çıkıyor. Tıpkı Ortaçağ Avrupa’sı gibi. Bir serf’in başka bir yere gitmek için derebeyinden izin almak zorunda kaldığı zamanlardaki gibi. Yani anlayacağınız bu sistemde insan sadece figüran. Oturduğu yerde gerekli. Kâh üretmek, kâh tüketmek için. Karşımıza Suriye gibi trajik ve travmatik olaylar çıktığında da bağırınıyorlar: “Mülteci istemiyoruz” diye.

Bütün bu hengamede ne üreten ne çalışan ne de tüketen para kazanıyor. Sadece parayı dolaştıranlar daha da zengin oluyor. Bu insanı dışlayan sistemi ayakta tutanlar ise üst düzey profesyoneller. Astronomik primler, şirketler tarafından karşılanan seyahatler, üretmeyi değil parayı kontrol edenleri idol haline getiriyor. Bu kısır döngünün adı kimi zaman serbest ticaret oluyor, kimi zaman yatırım.

Bu sayede sermaye odakları oluşuyor. Sermaye yoğunlaşması beraberinde güç yoğunlaşmasını getiriyor. Sonra o güç kapınıza dayanıp sizi bağımsızlığınızdan ediyor. İnanın bu anlattıklarım hayal değil. Yüzyıllardır süren bir düzen. Sadece kimi zaman fark ediyoruz, kimi zaman edemiyoruz.