Yerlilik yersizlik üzerine yazdıklarımın mürekkebi kurumadan aynı kelime üzerine bir yazı daha.
Ama bu sefer biraz daha farklı. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken lafa iddialı girdi: İstanbul’un trafik problemi yok.
Bunu söyledi ve durdu. Nasıl yani dedim? Aslında olmayan bir şeyi mi yaşıyoruz.
“İstanbul’da mevcut olan problem aslında yolların eksikliğinden değil otoparkların yokluğundan kaynaklanıyor.”
Otoparklar yeterli olmadığı için yolların üzerine park ediyoruz. Otoparklar yeterli olmadığı için aracımız bir yerde bırakıp toplu ulaşımla yola devam edemiyoruz. Otoparklar yeterli olmadığı için daracık sokaklara, üç şeritten tek şeride inmiş yollara mahkum kalıyoruz.
Yanlış değil. Hepimiz bu kaosun içinde debelenip duruyoruz. Geçenlerde mimari bir tartışmanın içinde buldum kendimi. Bahçeli evler mi şehre daha uygun yoksa apartmanlar mı diye. Bahçeli evleri savunanlar evleri bir mikto kosmos olarak görüyor. Onların tezi şu: Eğer her evin bahçesi olursa, otopark problemi de, şehir parkları problemi de kendiliğinden çözülür. Çünkü eskiden böyleymiş. Evlerin kuyuları bile varmış kendilerine yeterlermiş.
Diğer tarafın argümanı ise apartmanlarına varlığı ile yaşam kalitemizin arttığı, birim zemin kullanım alanı arttığı için daha fazla yeşile yer açıldığı yönünde. Hem bahçeli evler olursa evler dağınık olacağı için daha çok araca ihtiyaç duyulurmuş.
İkisinin de haklı olduğu yönler var ama lafı getirmek istediğim yer başka. Geniş bir evde yaşayan kocaman bir millettik. Bahçeli güzel bir evimiz vardı. Bosna-Hersek monografilerinden birinin ismi “Bir Güzel Avlu”dur mesela. Kocaman bir ülkeyi avlu olarak tasvir eder. Bu güzel evin avlusu Saraybosna üst katı İstanbul’du. Sonra küresel dönüşüm projesi başladı ve müteahhit geldi. Önce avluyu aldılar haraç mezat. Sonra evi ayrı girişlerle böldüler. Sonra avludaki çocukları eve sıkıştırdılar. Aile büyüdü ama ev aynı kaldı. Sonra evi yıkmak istediler. Hepsinin ayrı dairesi olur dediler. Bazı evlatlar buna dünden razıydı. Bazıları daha iyi para etsin dediler, aralarından bazıları da babalarının hatırası içlerini sızlattığı için karşı çıktılar. Müteahhit alttan girip üstten çıkıyordu. Bütün ev birbiriyle kavgalı oldu. Eski avluyu hatırlayan bile kalmadı. Onlara göre tek suçlu birbirleriydi. Evin apartmana dönüşmesine karşı çıkanlar, kendileri hayattayken bu kaderi göstermemesi için Allah’a dua ettiler.
Birçok kavgamızın özü işte bu yersizlik, yurtsuzluk ve sıkışmışlık hadisesidir. Başkalarına, gerçek düşmana haddini bildirecek takatimiz olmadığı, kalmadığı için dişlerimizi birbirimize gıcırdatıyor ve incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler için kalbimizi kırıyoruz. Daha geniş olan hepimizin sığabileceği bir yeri ise görmüyoruz. Orası gönüllerdir. Arabaların, apartmanların girmeyeceği ama kocaman muhabbetin gireceği gönüller. Gölün kapısı açıldı mı içine kanaat da girer, muhabbet de merhamet de… Sığamadığımız dünya geniş gelir, bereket artar, trafik rahatlar. Tüm dertler ortadan kaybolur ve dünya ahiret için güzel bir avlu olur.