'Henüz' anlamını bir kenara koyarsak, 'yeni' pek karmaşık bir kavramdır…

Bugüne değin, düşünülmemiş, görülmemiş, yaşanmamış, gösterilmemiş, söylenmemiş,

anlamı taşır…

Mesela;

“daha öncekinden faklı olan” için de yeni diyebiliriz, “ilk defa kullanılan” bir eşya için de yeni diyebiliriz…

Tanınmayan, bilinmeyen anlamı da vardır.

“Oluşunun üzerinden çok zaman geçmemiş şey-şeyler” yenidir…

Şüphesiz; eskinin değerli olması için zemin hazırlar…

Lakin ‘yeni’ referansını hep ‘eski’den alır…

O halde bir süreç ve bir el değişiminin en son halkası ‘yeni’ değil midir?

Su götürmez…

Peki, şu kültür ve sanat kavramının ‘yeni’den çektiği ızdırap nedir!

Sanatın ya da üretimin ‘yeni’ telaşesi…

Geçen günlerde, bir çağdaş sanat meraklısı, sergi salonundaki kuyu enstalasyonun içine düştü…

Bu kadar merak da iyi değil galiba… ‘Yeni’ insanları heyecanlandırıyor mu?

Ülkemizde bu heyecan hiç bitmiyor…

Kabul edelim hepsi birer yeniden üretim…

Şekil değiştirmiş, el değiştirmiş, eleştirmen, yorumcu, alan değiştirmiş alanlar...

Kendi rüştünün ispatı için tüm aygıtları kullanır ‘yeni’ dolaşıma sokulan yenilik…

Şimdi sözü, yazıdaki asıl konuya getireyim...

Ülkemizin ‘sanat’ üretimlerinde “yeni”nin “öz oryantalizmi”ne…

Şöyle ki;

Kendimizi Batı’nın gözüne sokacağız diye, türküleri senfoniyle çalmak...

Saraydan Kız Kaçırma operasını sahnelerken, dev Osmanlı tuğrasını sahnenin ortasına asmak,

Sanat tarihi konuşurken Aristoteles ve Platon’u görmezden gelmek,

Müzelerdeki tarihi eserleri kaldırıp, yerine yanarlı dönerli ekranlar koymak…

Yurt dışı temsillerinde sadece tasavvuf ve sema gösterileri ile ülkeyi resmetmek,

Resim sergilerinde yanlızca hat ve ebrudan oluşan eserleri teşhir etmek,

Ve Bach’ı yerden yere vurmanın Allaturca’yı şad ettiğini zanneden yazarlarımızla, eleştirmenlerimizle yol almak;

Bir de Ceddimizin kıymetlisi ordu müziğimizi düğünde dernekte heba etmek...

Bazı trajikomik örnekler…

Gidişat; zamanında taşraya, köylüye, halka bakışın sanata yansıdığı oryantalizmin de ötesine geçmiyor mu?

Kendi kendimizi ‘egzotikleştirmenin’ sonu gelir mi dersiniz?

Şimdi diyeceksiniz ki bunun “yeni” olmakla ne alakası var?

Ben de onu soruyorum… Tüm bu şamata “yeni” olmak, “özgün” olmak, “Milli” olmak değil;

Kendimizi nesneleştirme, dramatize etme anlamına gelir…

“Ceddimiz çok musikişinastı, sizin Suit ya da Prelude’ünüz varsa bizim de peşrevimiz var, hatta onu modernize bile edebiliyoruz” demenin bir kazancı var mı?

Peşrevi besteleyen besteciler yetiştirsek zamanının ruhunu eserine yansıtsa…

Özgün olsa,

Tiyatro oyunlarımız yazılsa,

Tarihi sömürüsüne dönüştürülen atlı kılıçlı diziler, sinema filmleri yerine özgün metinler kaleme alınsa

Müziğimiz onunla bununla kıyaslanmadan icra edilse…

Velhasıl kelam...

Starbucks’ın ardındaki kolonizasyonu görüyoruz da, derin mirasımızın seyirlik nesneye dönüştürüldüğünü neden göremiyoruz?