​KUYU

Recep GARİP 06 Eki 2023

Recep GARİP
Tüm Yazıları
Dünya hayatını tanımlamak istersek nasıl ifade edebiliriz? Nasıl tanımlarsak dünyayı tanımlamış oluruz?

Dünya hayatını tanımlamak istersek nasıl ifade edebiliriz? Nasıl tanımlarsak dünyayı tanımlamış  oluruz? Yaşadığımız dünya, varlığımızı fark ettiğimiz, bir anda var olan ve bir anda yok olacak olanın adı mıdır? Bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkıp gitmek midir dünya? Bu betimlemeler, yaşadığımız bütün olayların geçtiği makamın-mekânın adı olduğuna işaret ediyor. İçinde koşup durduğumuz, çabalayıp bir arşın yol alamadığımız, rutin işler diye tarif ettiğimiz, bir varmış bir yokmuş meğerse dediğimiz, bir bardak suyla bile tefekkür ettiğimiz, bir lokma bir hırka anlayışıyla dünyanın gelip geçici bir harmandan ibaret olduğundan asla şüphe etmediğimiz âlemin adıdır dünya. “Dünyada garip bir yolcu gibi olun” buyruldu.

Çarşı pazar dolaşadursan, semtlerden aşıp çıkıp gelsen, göğün boşluğundan mutlu bir tebessümle yıldızlardan bahsetsen, bir pınar başında bir avuç su içeceğin zamanda çıkıp gelen bir leylaya gönlün kayıverse de, dünyadır işte burası. Dolaştığın her an, her mekân, her adım yeni şeyleri kavratıverse de, aklından geçen incecik bir duygunun karşılığını aynı anda karşında görüversen de burası dünya. Kapı komşu ile karşılaştığında gösterdiğin incelik ve nezaketle selam ve tebessümün, karşı kaldırımdan bir tanıdığa el sallayışın, bir fakirin, bir öksüzün boynu büküklüğüyle hüzünlenişin, henüz yeni yetme çağlarındayken göz göze geldiğin anda kızarışın yok mu? İşte burası dünyadır. Üç günlük dünya denilen budur işte.

Dünya iki kapılı bir hanmış meğerse. Şair öyle demiş ve doğru söylemiş. İki kapılı bir handa yürüyor olmak demek, adımlarını dikkatle atmak demektir. Dünya demek oluyor ki, dikkatle yaşanılması gerekli bir mekândır. Bu mekânda gördüğümüz her işin mutlak surette bir bedeli söz konusudur. Dönüp durduğumuz, kalkıp oturduğumuz, sorup sorguladığımız her olayın, mutlak surette farklı boyutlarının bulunduğunu göz ardı edemiyoruz. Geceden sonra gündüzün varlığı ne kadar kesinse hayatın kuralları bu iki çerçevenin içini dolduran detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Ya geceyi süslemeli ya da gündüzü işlemeliyiz. İşlediğimiz aslında ne gecedir ne de gündüz. İnsan bizatihi kendisini işlemektedir. Meselemiz ruhumuza gösterdiğimiz ilgidir. Ruhumuza verdiğimiz önem kadar güzelleşir, kıymetleniriz.

İş bilenin kılıç kuşananın denilmiş. Öyleyse yaşadığımız hayatı anlamlı yaşamak bireyin ödevidir. Ödevini doğru yapan birey; engelleri, sıkıntıları, darlıkları, bozuklukları, pişmanlıkları görür.  İhanetleri, yalanları, adaletsizlikleri, çukurları, çamurları, engelleri, hendekleri, kuyuları, tuzakları görür.  Ödevlerini ihmal eden bireyse bütün bunlarla boğuşur kimisinde hendeği atlar, kimisinde hendeğe düşer. Mesele insan olmanın onurunu fark etmektir. İnsan onuru, dünyaya mağlup olan değil galip gelendir.

Anladığımız ve yaşadığımız hayat, gelip geçen bir hayattır. Baki olmayan bir hayattır. Baki olmadığına göre onurlu yaşamak için aklı kullanmak icap eder ve tuzaklara düşmemeyi gerektirir. Gece yürüyüşlerinde insan fazla dikkat etmediğinde ya da yeterli ışık olmadığında sık sık tökezler. Hayata dikkat etmez isek böylesine tökezlemeler bizi mahvedebilir. Akıbetimizi çarçur etmemizi sağlayabilir. Küçük ya da büyük hatalardan, kusurlardan, suçlardan, günahlardan pişmanlık duyup tövbe etmeliyiz. Küçüğü küçük görmekten vaz geçmelisin. Bundan dolayıdır ki, yürüyüş halinde olan insanın, yol bilgisine sahip olması aklı kullanma ile eşdeğerdir. Hayatın önünde gizli ya da açık-aleni duran ne varsa, onlara dikkatli olmak akıl sahiplerinin işidir.

İşte “Kuyu”, ilk bakışta bir öykü kitabının adını anımsatıyor. Biraz Rasim Özdenören duygusunu uyandırmış olsa da olsun, rahmetle anmamıza vesile oluyor. Çağrıştırmış olsa ne çıkar? Yol, Rasim Özdenören’e çıkar. O da edebiyat dünyamızın önemli deneme ve öykücülerindendir. Yakın durduğumuz, hürmet ve hizmet ettiğimiz üstatlarımızdandır. Türk öykücülüğünün zaman, mekân ve insan tasvircisi diye tanımlamış olsak aslında doğru bir tanım olmuş olur. Toplumcu öyküler yazdığı kadar, bireyin göz ardı ettiği gerçekleri hatırlatan bir ustadır. Şehrin her ayrıntısını incecik nakışlarla dokur ve örer. Öykülerinde yer alan figürlerin her birisinin ayrıntıları inceden inceye incelenmiş hissiyle karşımıza çıkar. Bu çıkış da aslında bir bakıma bir dolambacın içine doğru yolculuk yaptırır. Kimi zaman zannedersiniz ki bir kuyunun dibine sizi indirir ve orada kalacağınızı düşünürken çoktan dışarıya çıkmışsınız demektir.  Anlatım tekniğinin ayrıntılarda kaybolmadığını, bilakis zenginlik katarak farklılığın boyutlarını kavramamıza ışıklar tuttuğunu ibretle okuruz. Birdenbire Özdenören öykücülüğü üzerinde yol alıp gideceğimi sanıyorsanız yanılmış olmazsınız. Kesinlikle öyle bir durum söz konusudur. Burada kastettiğim mana, hemen önünüzde duran –inanmıyorsanız eğilip bir bakıverin- kuyuların varlığını haber vermiş olmaktır. Kuyu’da Özdenören tam da bunu anlatıyor okuyucuya. Sahiden de kuyular apaçık olduğu kadar da gizemli, sırlı, tılsımlı, üzeri kapalı, kuytu yerlerde, dilimizin arkasında, beynimizin herhangi bir yerinde, düşüncemizin en gizemli bölgelerinde mevcut olabilir. Bunu fark etmiş olmak demek daha dikkatle adım atmayı, söz söylemeyi, iş işlemeyi, eylemlerde bulunmayı gerektirir. Yusuf’un kuyusudur bilmemiz gereken elbette.

Kişi kuyu kazarsa kazdığı kuyuya kendisi düşermiş meğerse. Öyleyse kazma kuyunu kazmasınlar kuyunu. Biz böyle ifade etsek de M.Ö. 2000 yılından daha evvelinde kazılarak elde edilen kuyuların Mısırlılar tarafından kazıldığını ifade etmek gereklidir. Kuranı Kerimden öğrendiğimiz en belirgin bilgi Yakup (as)’ ın oğlu Yusuf (as) bir kuyuya atılmıştı. Oradan bir vesileyle kurtarılmış ve Mısır’a Sultan olmuştur.

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammet (as)’ın dedesinin alnında bir nur parladığı ifade ediliyor. Dedesinin Efendimize sahip çıkışıyla, Kureyş’in liderlik yolu açılıyordu. Dedesi Abdulmuttalip’in bir rüyasından bahsedilir. “Tayyibe’yi kaz, Berre’yi kaz ve Mednune’yi kaz” diye üst üste üç defa aynı rüyayı görür ve bir adam buraları kazmasını söyler. Bunlardan bir sonuç çıkaramayan Abdulmuttalip, dördüncü gün tekrar aynı yerde uyuduğunda aynı adam rüyasına gelir bu defa “Zemzem’i kaz” diye telkinde bulunur.

“Zemzem nedir” diye sorar Abdulmuttalip; Adam, “Zemzem, bir sudur ki hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O Kâbe’de kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin döküldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagalar, orada karınca yuvası da vardır.” Rüya aynıyla gerçekleşir.

Bir de sarnıçlar, kuyular vardır eski ören yerlerinde. Asırlar önce toplulukların da suya olan ihtiyacının nasıl yollar izlettiğine işaret eder bu türden yapılar. Uygarlıklar tarihinde akıl almaz derecede, su kanallarının-yollarının uçsuz bucaksız mesafelerden geldiğini gördüğümüzde onların muhafazası için bulundurulan-yapılan havuzların, kuyuların nasıl da insanla yaşıt ve yan yana durduğunu söylüyor bize. Çocukluk yıllarımdan hatırladığım Köyüm Sanlıca’ın yukarısında Kuyucuk mevkiinde yaylaya çıkan insanların ve sürülerin su ihtiyacını karşılamak için kuyular ve sarnıçların biribirine yakın mesafelerde bulunduğunu unutmuyorum. Demek oluyor ki kuyu, su ve insan ilişkisi ilk insanlığın zamanlarına doğru götürüyor. Aynıyla vaki olan Pürçek kuyusu da hem içme hem de hayvanları suladığımız kuyularımızdandı.

Rahmetli Barış Manço ne güzel söylerdi “İşte hendek İşte Deve” şarkısını;

“Kuyu başına vardım Zeynebi görem diye

Nasıl haberin almışsa dayı emmi hep orda

Dediler ne ararsın kızı almak mı istersin

Sana bir çift sözümüz var hele buysa niyetin

 

İşte hendek işte deve ya atlarsın ya düşersin

Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı

İşte halep, işte arşın, ya aşarsın ya biçersin

Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı

 

Söğüdün dalı uzun Barış'ın gönlü hüzün

Dudağında ay lütfun seneler sonra bugün

Dayı emmi yaşlanmış develer kervan olmuş

Zeynep’imden haber sordum başkasına yar olmuş

 

İşte hendek işte deve ya atlarsın ya düşersin

Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı

İşte Halep, işte arşın, ya aşarsın ya biçersin

Baktın olmaz vazgeçersin zordur almak bizden kızı

 

Söğüdün dalı uzun Barış'ın gönlü hüzün

Elim eline değmedi varın anlayın gayri”

Bundan çok fazla değil belki yirmi otuz yıl evvelinde çeşme başına varılırdı. Türkü her ne kadar kuyu başına vardım dese de öyleydi. Sevdalılar çeşmeden su taşımak için aynı vakitlerde birbirlerini görme isteğiyle gelirler, denk geldiklerinde de “Susadım çeşmeye gelmez olaydım” der iç geçirirlerdi. Âşık olsalar söyleyemezler, utanırlar çeşitli usullerle aşklarını anlatmaya çabalarlardı. Hayat böyledir işte. Susuz yaşama şansı yoktur tabiatın varlıkların, canlıların, insanların. Sevda da suya benzer. Sevdasız yaşanmaz. Aşk hayat suyudur insanın, yaşama nedenidir bir bakıma. Aşksız hayatın bir anlamı yoktur.

Kuyu tanımlamasına metafizik bir boyut katacak olunursa, nefis muhasebesiyle irtibat kurulabilir. Nefsin tuzaklarına düşen insanın, derin kuyulara düşmesi, acı ve azap çekmesi, tövbe kapısının eşiğinde diz çökmesi anlamlarında yorumlanabilir. Yusuf (as)’ın zindana atılmasıyla cezaevlerine Medrese-i Yusuf ’iye denilme nedeni de buradan kaynaklıdır. Bu nedenle yedi yıl kaldığı zindandan çıktığında birçok sınavları geçmiş olur. Demek oluyor ki hayatımızda var olan her kelimenin bir geçmişi söz konusudur. Meselemiz yalnızca zahirde tıkanıp kalmak değil, içe nüfuz etmektir, derinlere inmektir. Kaybolup gitmek değil gönüllerde kalmaktır, bir gönüle girmektir. Bir ermişi bağlanmak, gönlü ve ruhu olgunlaştırmaktır.

Zindan; yalnızlığı, inzivayı, tefekkürü hatırlatır. İçine düştüğümüz dünya kuyusu da aslında zindandan ibarettir. Burada tekrar Rasim Özdenören’in “Kuyu” öykü kitabına döndüğümüzde, Yusuf Peygamberi zindandan hemen çıkarma-kurtarma isteği uyanır. Öykü öylesine içli ve sıcak ifadelerle sarar ki Yusuf (as)’ın orda kalması azap verir. Ardından kendinizi Yusuf (as)’la aynı zindanda yan yana durduğunuzu düşünmeden edemezsiniz. Güçlü kalem Özdenören, Kuran kıssasından yola çıkarak Yusuf ile Züleyha’yı anlatır. İnsanın her an kuyularla karşılaşabileceğini ve hayatı dikkatli-temkinli yaşanması gerektiğini hatırlatır bir bakıma. Kalbinizde kuyular açmaya başlarsınız birden bire. Tövbe denilen yol; itirafın, teslimiyetin, pişmanlığın adresidir. “Üzerinden nehirler geçse, okyanusların suyuyla yunsa da arınmışlık duygusu vermeyen bir şeyler..." den bahsediyor öyküde Özdenören. Burada anlıyoruz ki su, insanın ruhunu arındırmıyor yalnızca bedenini temizliyor. Asıl arınma, ruhun temizlenmesidir. Mücadele 22. Ayette şöyle ifade ediliyor: “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.”

Kuyu, kalbin tefekkürü, bedenin zindanı, nefsin tezkiyesidir vesselam.

www.recepgarip.com